MERHABA... DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ ÖĞRETMENİ OSMAN YALÇINTAŞ'IN WEB SİTESİNE HOŞGELDİNİZ

   
 
  İSLAM VE SİYASET

İSLAM DEVLETİ

Yazar: Anonim

Programlayan: Ahmetberk

www.esselam.com

bilgi@esselam.com

 

İÇİNDEKİLER

Türkiye’deki Müslümanların bir İslam Devleti talebi olmalı mı?

- Gümüzde bir müslüman biat etmeden ölürse cahiliye ölümüyle mi ölmüş olur?

Bundan 1000 yıl önceki klasik verileri hiç bir yorum yapmadan günümüze uyarlama müslümanları sıkıntıya sokuyor.

Her kim, günümüz dünyasında kim olduğu belli olmayan, bu ûlû’l-emre beyat etmeden ölürse cahiliye ölümüyle ölür.

İslam Devlet modeli hakkında klasik yaklaşımlardan bazı örnekler

İslâm hukukçuları İslâm devletini "dâru'l-İslâm" diye adlandırmışlardır.

İslâmî devletin düzeni ile ilgili belli başlı ilkeler vardır.

Geleneksel İslam Devlet modeli üzerine yorumlar

Saltanat İslamî olmayan bir yönetim biçimidir.

-Yeryüzünde İslam Devletinin ömrü 30 yıldır. Sanıldığı gibi uzun yıllar değil.

-Yeryüzünde bundan sonra İslam bir Devlet olmayacağını çok kesin söyleyen bir aydın Durmuş Hocaoğlu. Ali Bulaç’ta artık müslümanın bir devlet talebi olmayacağını belirtiyor.

Pekî Kuran başka sistemlerle birlikte olabilir mi? Birlikte yaşayabilir mi?

Kuran bir İslam Devleti istemiyor.

Bir İslam Devleti olmadan da din yaşanabilir. Nitekim yaşanıyor da.

Günümüz dünyasında müslümanların metod/strateji ve zihin haritası

Ne olmuş nerede yanlış yapılmış da müslümanlar güzel dinlerinin önünde en büyük engel haline gelmişlerdir.

Günümüz insanları düne göre daha çok hak ve özgürlüklerden yana.

Türkiye bir İslam devleti olabilir mi?

Eğer Türkiye’deki İslamî cemaatler İslam Devletinde ısrar ederlerse ne olur?

Tarafların sosyal uzlaşma mukavelesi etrafında uzlaşması oldukça zor görülüyor.

Peygamberler s. içinde bulundukları durumu değiştirerek işe başlamak yerine, şatların müsaade ettiği nisbette temsil ve tebliğ işini yapmışlardır.

-Türkiye’de yaşayan müslümanların Laikliğe herkesden daha fazla ihtiyaçları var.

Müslümanlar Türkiye’de İslam’ın bireysel yönünü olabildiğince geliştirmeli, siyasal yönünü öne çıkarmamalı.

-Ülkenin % 99 müslüman olmasıda başka problemlerin oluşmasına sebep oluyor.

Devlet talebinde bulunan müslümanlar rejimin bazı karanlık güçleri tarafından rejimi ayakta tutma amacıyla kullanılıyorlar. Bu amaçla provake ediliyorlar.

Bu yazılardan sonra bu bölüme ait son sözlerimizi söylemek istiyorum.

Üstad Said Nursi ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin izledikleri hizmet stratejileri

Üstad Bediüzzaman ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İslamî düzen ve devlet talepleri var mı?

Evrensel niteliklere sahip olan Hocaefendi gibi bir lideri, yarını göremeyen yerel liderlerle kıyaslamak, neden onlar gibi düşünmüyor ve yapmıyor demek, Hocaefendi’ye saygısızlık olur.

Fethullah Hocaefendi’nin dünyaya açılımı 2000’li yılların dengelerini önemli ölçüde belirleyecek.

Hocaefendi adımlarını adımlarını atarken Türkiye ölçülerine göre değil Dünya ölçülerine göre atıyor. Sınırların kalkacağı ve dünyanın bir köy olacağı günlere cematini hazırlıyor.

Fethullah Gülen Hocaefendi sonrasında cemaatin başına kim geçecek?

Biz burada kısa bir özetle değerlendirmelerimizi bitiriyoruz.

 

TÜRKİYE’DEKİ MÜSLÜMANLARIN BİR İSLAM DEVLETİ TALEBİ OLMALI MI?

Aşağıdaki yazıyı hazırlamayı uzun zamandır düşünüyordum. Hep yazmak için hamle yaptığımda bana düşmez diyerek sonraya bırakıyordum. Biatla alakalı hadislerin yorumunu yapacaktım. Yorum öncesi araştırdığım kaynaklarda "Biatla" alakalı 1000 yıl önceki yorumların bugüne taşındığını gördüm. O yorumlarda bir İslamî Devlet kurmanın farz olduğu vurgulanırken, “Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851)” deniyordu. Bunların bugüne ait yorumları yapılmıyordu.

Bu arada 98 yılın son aylarında Ali Bulaç ve Durmuş Hocaoğlunun “Yeryüzünde artık İslam Devleti olmayacak ve Müslümanların Devlet talebi yok gibi” yorumlar yayınlandı.

Son olarakta Aktuel dergisi Şubatın ayı içindeki sayılarının birinde Fethullah Gülen ve sonrası ile alakalı yayınlar yaptı.

Bu uç hususta yanlışları doğrularından fazla hususlardı. Bu konuda çalışma yapmaya kendimi vicdanen sorumlu hissettim.

Bu tespitlerim sonunda Biatın İslam’ın siyasal yönüne bakan tarafının bugün uygulama dışı olduğu sonucuna yardım. Ayrıca Kuran’ın diğer beşeri sistemlerle ve onların geliştirdikleri başkaca modellerle doktrin bazında uyuşmayacağını anlattım. Fakat Kuran’ın ısrarla bir devlet talebi olmadığını belirtim.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sonrasında da sanıldığı bir şahsın camaatin başına geçmeyeceğini çok net bir biçimde ifade ettim.

Aşağıdaki çalışmadan özet olarak bu ve başka sonuçları çıkardım. Bu sonuçlara hangi sebeplerden geldiğimi anlatan yazıyla sizleri baş başa bırakıyorum.

Önemli Not: Yazılar bir birini takip eden onlarca bölümden oluşuyor.

- Gümüzde bir müslüman biat etmeden ölürse cahiliye ölümüyle mi ölmüş olur?

İlk önce biat hakkında Şamil İslam ansiklöpedisinde Yusuf Kerimoğlu’nun hazırlamış olduğu biatla ilgili bazı bilgileri verelim.

“Biat: Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılah...

Bey'at "Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (İmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir."

Bu bir anlamda mükellefin İslâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir.

Zira Resul-u Ekrem (s.a.s.)'in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler. Bununla yükümlüdürler. Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir.

Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir.

Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır.

Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir. Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti ile hareket eder.

İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir.

Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir.

Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir. Zira Hz. Ömer (r.a.): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh Ömer b. el-Hattâb, 1401/1981, 103). Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır. Fûkahâ'dan bazıları "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir. Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir. Ancak İmam'da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır

"Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851) buyurduğu sabittir. “

Yukarıdaki bilgiler günümüzde basılmış bir İslam ansiklöpedisinden alınmıştır.

Biz bu bilgileri biatın geçmişteki uygulanma şekliyle anlatımı açısından yeterli bulurken, günümüz insanının biattan ne anlaması gerektiği ve günlük hayatın pratiklerine nasıl yansıtması gerektiği konusunda yeterli bulmuyoruz.

Aynı yetersizliği Kütüb-ü Sitte’de gördük, biat bahsi günümüz insanlarının pratiklerine bakılmadan, geçmişle bügün kıyaslanmadan, geçmişin ölçüleri esas alınarak insanlara sunuluyor. Mesela biat konusunun ele alındığı yerde istitradî olarak şu başlıklar altında bilgiler veriliyor.

İmametle alakalı hükümler, İmam tayini farz-ı kifayedir, Kureyşî olması meselesi, Zorba imam, İyi imam, Azli gerektiren tabi haller gibi bir çok başlık var.....

BUNDAN 1000 YIL ÖNCEKİ KLASİK VERİLERİ HİÇ BİR YORUM YAPMADAN GÜNÜMÜZE UYARLAMA MÜSLÜMANLARI SIKINTIYA SOKUYOR.

Bu konuda yukarıdaki yazıdan bazı bölümleri maddeler halinde sunacağız ve kapalılıklara dikkat çekeceğiz. Günümüz için hangi noktalarda yetersiz olduğunu sorgulayacağız.

1) “Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir.”

“Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir. Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen b”ir imamın varlığı ile mümkündür. Herkes o imamın işareti ile hareket eder.”

“Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır.”

-Bu paragraflar karşısında şöyle bir soru akla geliyor, eğer bugün böyle bir emir, imam, organize olmuş kurumlar ve sosyal olgu yoksa durum ne olmalıdır? Bunun cevabı aynı yazılarda yok...

2) "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir. Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir. Ancak İmam'da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır.”

-Bu günün pratiklerinde bu satırlar nasıl anlaşılmalı?

3) "Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır. Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851) buyurduğu sabittir. “

-Bu satırlarda da bir ûlû’l-emre itaaten bahsediliyor. Kimdir bu ûlû’l-emr, alem-i İslam çapında tek mi, her ülkeden bir tane midir, yoksa her belde de var mıdır?

Bu soruların cevabı da yok.

Şimdi en önemli noktaya geliyoruz. 3. Maddede deniyor ki, “Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür"

Her kim, günümüz dünyasında kim olduğu belli olmayan, bu ûlû’l-emre beyat etmeden ölürse cahiliye ölümüyle ölür.

Böyle bir son korkunç bir sondur. Böyle bir tehdit kulak ardı edilecek bir tehtit değildir. Ama maalesef kulak ardı edilmiştir. İhmali bu kadar korkunç sonuçlar verdiği söylenilen, beyat meselesinde onu açıklamak için yazılan yazılarda bir çok açmazlar var.

Evet benim kastettiğim dina karşı ihmal işte bu,

Bugün siz biat mefhumunun pratik hayatta nasıl uygulanacağını göstermeden, uygulaması konusunda bundan bin yıl önceki dünya dekorunu örnek vereceksiniz ve sonrada böyle bir şeyin uygulanmaması karşısında o insanların cahiliye ölümüyle öleceklerini bildiren hadisi yorumsuz şerhsiz sunacaksınız. Bunların nasıl sonuçlar doğurduğunu bir misalle açıklamak istiyorum.

Bundan bir kaç yıl önce (1997) bir arkadaşım bir soru sordu: Aynı soruyu sonraları çoklarından duydum.

“Kim bir halifeye beyat etmeden ölürse cahiliye ölümüyle ölür, yani müşrik olarak ölür” başka bir hadiste de “bir yerde iki halife varsa, diğerini öldürün” bunlar hadis mi, eğer hadisse ben ve senin rahmetli Cemalettin Kaplan’a biat etmemiz gerekmiyor mu? dedi.

Aslında harfî manada böyle hadisler yok, ama mefhum olarak böyle anlamaya müsait hadisler var.

Ben o arkadaşa ne anlattımsa dinletemedim. Bunların hadis olduğunu ve büyük bir alimden duyduğunu söylemekte ısrar etti durdu.

Beyatla alakalı bu tür hadisleri günün gerçeklerini dikkate almadan, nasıl anlaşılır, nasıl amel edilir, bu konuları açmadan sunmak insanları bu gibi arayışlara itiyor. Enine boyunu, çapına, ağırlığına kısaca oluruna olmazına bakmadan, tabelaya bakıp halife arayışına giriyorlar.

İSLAM DEVLET MODELİ HAKKINDA KLASİK YAKLAŞIMLARDAN BAZI ÖRNEKLER

Bununda en önemli sebebi yine geleneksel yaklaşımın İslam’ın devlet modeli konusundaki esnemeyen yaklaşımları. Bu noktada “İslamî devlet modeli” hakkında yaklaşımını sunmak istiyorum. Bu konuda Şamil İslam Ansiklöpedisinde M. Beşir ERYARSOY’ın “Devlet” başlığı altında yaptığı çalışmasını kısaca özetleyeceğim.

“Manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülkeye sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilâtlı millet veya milletler topluluğunu meydana getiren siyâsi teşekkül.

İslâmî devlet, müminlerin İslâm'a göre teşkilâtlandıkları ve güçlerini İslâm'dan aldıkları, yeryüzünde (her yerinde veya herhangi bir bölgede) İslâm'ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları şer'î kişiliğin adıdır.

..."Onlar o müminlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. " (el-Hacc, 22/41) âyetinde İslâm devletinin tanıtıcı bütün özelliklerini bulmak imkânımız vardır. Başka âyetler devletin özelliklerini açıkça ortaya koyar:

Devlet, müslüman tebasıyla birlikte Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Yani Allah'ın hükümlerinin uygulayıcısıdır. Bu güç, Allah'a mutlak anlamıyla kulluğu gerçekleştirmek ve İslâm hükümlerinin uygulanışını sağlamak için kullanılacaktır. Ma'rufu emredecek. münkerden sakındıracaktır (el-Bakara, 2/30; en-Nûr, 24/55). Doğal olarak buna dâru'l-İslâm denilmiştir.

Yani müslümanların eli altında bulunan yere verilen isim veya Şerîatın müslümanların hüküm ve iktidarıyla korunduğu müessesedir. İmam Şâfiî'ye göre bir yerde sadece yöneticiler müslüman olsalar orası dâru'l-İslâm sayılır.

...İslâmî devlet, beşer kaynaklı bütün bağlamlardan aykırı bir konumda yer alır.

İslâmî devlet bir gaye değildir. İslâm'ın uygulanması için bir araçtır.

Kuruluşunun asıl amacı, İ'lây-ı Kelimetullah'tır, yani İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesidir. Görevi, müslümanların İslâm'ı yaşamalarını sağlamak ve buna zemin hazırlamaktır. Varoluş gayesi böyle tanımlanabilecek İslâm devleti bu amaçla kurulur.

Binaenaleyh, adında "İslâm" ibaresi bulunarak kurulmuş, ancak uygulamada başka ideolojilerle eklemlenmiş veya aslî gayeden uzaklaşmış devletlere "İslâm devleti" denilemez.

İslâm açısından devletin gereği tartışılamaz. İmam Gazzalî İslâm'a göre teşkilâtlanmış bir devletin ve onun başında bir başkanın bulunması gerektiğini açıklarken şöyle demektedir: "...Bunun gereği ile ilgili olarak kesin şer'i delili ortaya koyarken bu konuda ümmetin icma halinde olduğuna dikkati çekmekle yetinmeyerek, icmaın dayanağını da şöylece açıklayacağız: Şeriat sahibi dini emirlerin düzenliliğinin sağlanmasını kesinlikle istemiştir. Bu yargıda anlaşmazlık olabileceği kesinlikle düşünülemez. Buna dayanarak şunu da ekliyoruz: Dînî emirlerin düzenliliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla mümkün olabilir. Can ve mal güvenliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla sağlanabilir. Buna, yöneticilerin ölümü dolayısıyla ortaya çıkan karışıklıklar delildir." (Gazzâlî, el-İktisad fi'l-İtikâd, Nşr.; İ. Agâh Çubukçu-H. Atay, Ankara 1962, 224 vd.) "Allah'a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (en-Nisâ, 4/59).

Bu buyruk, imamın varlığına ve gerçeğine delâlet eder. "Aralarında Allah'ın hükümlerini uygulayacak, Allah Rasûlü'nün getirmiş olduğu şerîatın hükümlerine göre onları yönetecek adaletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün Ehl-i Sünnet, Mürcie, Şia, Hariciler ittifak halindedir." (İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Mileli ve'l-Ehvâi ve'n-Nihal, Beyrut 1395/1975, IV, 87). " Boynunda bir bey'at sorumluluğu bulunmaksızın ölen bir kimse cahiliyye ölümüyle ölür. " (İbn Hazm, el-Muhalle. IX, 359) Farzların edası, hadlerin uygulanması ancak güçle, iktidarla olabilir. "Üç kişi yola çıkacak olursa, birilerini başkan tayin etsinler." hadisi, üç kişilik bir cemaatte bile başkanın zorunluluğunu belirtmektedir.

İslâm hukukçuları ve kelâm âlimleri özellikle devlet başkanlığı (hilâfet) üzerinde düşünmüşler, müfessirler ve sünnet şârihleri de Kur'an ve Sünnet'te yer alan nâssları inceleyerek bunlar üzerinde etraflıca durmuşlardır. Hatta çağdaş sosyologların öncüsü sayılan İbn Haldun, Mukaddimesinde devlet kavramını geniş olarak ele almış, toplumların yaşayışlarına ve devletlerin yükseliş ve düşüşlerine dair birtakım kurallar ortaya koymaya, kendisine göre bir sistem geliştirmeye çalışmıştır.

İSLÂM HUKUKÇULARI İSLÂM DEVLETİNİ "DÂRU'L-İSLÂM" DİYE ADLANDIRMIŞLARDIR.

Bu isim, modern hukuk lugatlarındaki devlet teriminin taşıdığı anlamı tamamen kapsar (A. Kerim Zeydan, İslâm Hukukunda Fert ve Devlet, Çev. Cemal Arzu, İstanbul 1969, 23).

Ancak hemen belirtmek lâzımdır ki, İslâm hukuku terminolojisi ile çağdaş lâik hukuk terminolojisi arasında "devlet" kavramı da dahil olmak üzere bütün kavramlarda tam bir farklılık göze çarpar.

Bu iki dünya görüşünün kavramlara yaklaşımında hiçbir ortak yan bulunamaz.

Bunun asıl sebebi ise İslâm'ın vahiy kaynaklı, İslâm dışı düzen ve sistemlerin ise beşer kaynaklı oluşudur.

Bu gerçek gözden kaçırılırsa telâfisi imkânsız hatalara düşülür. "Devlet" kavramına yaklaşılmak istendiğinde de bu gerçeğin gözardı edilmemesi gerekir.

Hayatın vahye göre düzenlenmesi anlamıyla devlet, ilk defa Hz. Âdem ile birlikte ortaya çıkmakla beraber, Kur'ân-ı Kerim'de özellikle Hz. İbrahim'den itibaren inanışın devlet düzeni ile ilgili tabloları ele alınmaktadır.

Ondan sonra gelen hükümdar peygamberlerden söz edildiği gibi, Firavn ve Nemrut gibi kendisini ilâhlaştırmak davasında olan devlet başkanlarından ve onların devlet düzenlerinden de söz edilmektedir.

Devlet de Allah'ın insanlara bildirdiği vahiy düzeninin bir parçası olduğuna göre; bunun ilk Peygamberle birlikte ortaya çıkmış olduğunu, yine vahyin zorunlu bir gereği olarak, kabul etmemiz gerekmektedir.

İslâmî Devlet

İslâm'dan önce Cahiliye Araplarının da kendilerine göre bir hukuk düzenleri vardı. Vahşî, ilkel kabile toplumunda sosyal yanı kan akrabalığı üzerine kurulmuş ilkel bir seçkinciliğe dayanıyordu. Aşırı şeref ve asaletçilik, Araplar'da hiçbir zaman birlik ve beraberliği sağlayamıyordu. Güçlü olan kabilenin kurduğu idare, çok kısa bir süre sonra anarşi ve savaşlarla bitiyordu. Zulüm ve adâletsizlik, İslâm'ın ortaya çıktığı sıralarda en üst düzeye ulaşmıştır. Hz. Peygamber İslâmî devletin temelini Akabe bey'atleri ile atmıştır. Medinetü'n-Nebi denilen Yesrib şehri, İslâmî devletin kurulduğu ilk mekândır. Burada ilk İslâmî anayasa da hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.

Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicretinden vefatına kadar geçen süre boyunca İslâm devletinin gerekli bütün temel kurumlarını, vahyin rehberliğinde tek tek şekillendirmiş, ashâb-ı kiram da bu kurumların ferdî ve sosyal yaşayışlarına kazandırdığı yeni muhtevaya göre bu yapının insan unsurunu teşkil etmişlerdir.

Yüce Rasûl, ardında, en doğru yola götüren Kur'an-ı Kerim'i bırakarak ebedî aleme göçtüğünde ümmet arasında geçici bir dağınıklık ve ihtilaf çıkmıştı. Fakat ashâb-ı kiram, hem islâm'ın devletsiz olamayacağını çok iyi biliyorlardı hem de önlerinde Yüce Rasûl'den kalan miras vardı. Onlar bu siyasal mirası çok iyi anladılar ve Yüce Rasûl daha defnedilmeden hemen devlet başkanını, Rasûlullah'ın halifesini tayin ederek, ona bey'at ettiler.

Burada İslâmî devletin devamlılığının işâreti görülür. O anda ne bir rejim tartışması vardır, ne yönetim şekli tartışması. Rasûlullah'ın kurduğu düzen, yani onun Sünnet'i ne ise, o sürdürülmüştür.

Hiçbiri melek olmadığından halifenin belirlenmesi sırasında, bazı tartışmaların vücuda gelmiş olması tabii hatta gerekli karşılanmalıdır. İslâmî devlet, yeryüzü cenneti kurmaz. Yöneticilerin hepsinin aynı ferasette olması da eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden yöneticilerin bozulduğu zamanlarda halk da bozulmuş, İslâmî devlet kendi gerçekliğinden uzaklaşmış, sadece adı kalmıştır...

"İlk çözülecek kalp, yönetim; sonuncusu namaz olacaktır." buyuran Rasûlullah, bu çözülmeyi haber vermiştir.

Çağdaş dünyada müslümanlar çeşitli devletlerin hâkimiyeti altında, Şerîatın bütününü yaşamaktan mahrum, ancak bir kısmı ibadet ile ilgili ve kendilerini yasaklara karşı koruyup ferdî olarak yaşamaktadırlar.

Bazı devletlerin isimlerinde İslâm ibaresi geçmekteyse de, bu ibareler o devletlerin yukarıda bahsi geçen ve yeryüzünde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek, şeklindeki tarife uygun olarak kullanılmadığı; kendilerinden ya içi boşaltılmış bir terim, ya halkı aldatıcı bir slogan, yahut beşerî kavramlarının yanında bir kılıf olarak istifade edildikleri kesindir.

İslâmî devlet, kavram ve kurumlarının, beraberinde monarşi, teokrasi, demokrasi, sosyalizm, liberalizm, gibi beşerî kavram ve kurumları hiçbir şekilde barındırmayacak düzeyde açık seçik olarak vaz'edilmişken; bunlarla İslâm'ın bir arada ve lafız düzeyinde kullanılmaya özen gösterilmesi, müslümanlara egemen çevrelerin süper devletlere olan bağlılıklarının hatta şahsî çıkar ve ihanetlerinin bir belgesi durumundadır.

İslâm'ın devlet yapısı ve bu yapı ile ilgili olarak koyduğu hükümler, asıllarında hiçbir değişiklik göstermeksizin her zaman ve yer için uygulanabilecek özelliktedir.

Bu özellikler yüce dinin ilâhî, son ve evrensel bir din olmasından gelmektedir.

İslâmî devletin düzeni ile ilgili belli başlı ilkeler vardır.

İstişare, bey'at gibi kavramlar değiştirilemeyen temel ilkelerdendir. Hükümler, belirli bir bölge veya belirli bir çağ veya insan topluluğu için değil, evrenseldir.

Eklektik değildir, ekleme yapılamaz, tebdil, tağyir ve ilga edilemez.

Bir başka şeyle sentez olmaz. İslâmî devlet kendine özgüdür ve önceki ve sonraki bütün devlet düzenlerinden ayrılır. Kur'ân-ı Kerim'de, İslâm'dan önceki devirler ibretle anlatılırken, o zamanların devlet düzenlerinin bir kısmından, bazı kral ve meliklerden, Fir'avn'dan söz edilmektedir. Bu arada peygamberlerin bazısından da hükümdar olarak söz edilmesi oldukça tabiidir. Hz. Peygamber'in vefatından önce tamamlanan İslâm, bütün kurumlarıyla beşeri sistem ve düzenlerden ayrı olduğu gibi, devlet düzeni ile de benzersizdir. O sebeple İslâmî bir ilke olan şûra ve bey'atı tarihî bakımdan eskidir diye, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlarla birlikte anıp nitelemek, bu İslâmî ilkeleri yozlaştırdığı gibi, bu tür yaklaşımların kendi kendini kandırmaktan öte bir faydası da olamaz. İslâmî Devletin Unsurları

İslâmî devlet, İslâm'ın bir parçasıdır. İslâm ise bir bütündür, dünyevî ve ruhânî ikiliğe yer vermez. Onda hayatın her cephesi birbirinden ayrılmayacak şekilde içiçe geçmiştir. Bu özelliği, Batı kafası ile düşünen sistemin dışından bakan kişiler bilemezler, ve İslâmî devletin unsurlarını yanlış biçimlerde tarif ederler. Bey'ati, basit bir toplum sözleşmesi olarak görürler.

Gerçekte "Sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar, Allah'ın eli onların eli üstündedir..." (el-Feth, 48/10) âyeti, bey'atin, halife vasıtasıyla Allah'a olacağını açıklamaktadır. Hakimiyet, Allah'ındır. İlâhî iradeyi ise, cemâatin iradesi temsil eder. Devlet, Allah için vardır ve icraati doğru yola ters düştüğünde düzeltilmelidir. Cumhür-ı ulemâ, Allah için toplumu ayakta tutacak, halka yön verecek, suç işleyenlere ceza verecek, zekâtı toplayacak, ülkeyi koruyacak bir devlet yapısının ve başında bir imamın (halifenin) bulunmasının zorunluluğu konusunda görüş birliğindedir (et-Taftazanî, Şerhu'l-Akâid, İstanbul 1326, s. 181).

...Allah ve Rasûlü bir şeyde hüküm vermişse artık onda müslümanlar muhayyer değildir (el-Ahzab, 33/36); itaata mecburdurlar ve tâğût yasalarını da hakem kılamazlar: "Şunları görmüyor musun, kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını sanıyorlar da hakem olarak tâğûta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmiştir. Şeytan da onları iyice saptırmak istiyor..." (en-Nisâ, 4/60). Böylece haktan uzaklaşıyor, hak-bâtıl ayrımından basiretleri kalmıyor, beyinsizleşiyorlar.

Genellikle Batılı hukukçularla bunların etkisinde yetişen Doğu aydınları İslâmî devleti nev'i şahsına münhasır tanımıyla almak yerine, onu Batı sosyo-ekonomik gelişme evrelerine göre değerlendirmek istemekte ve Batı'da gelişen bilimsel-felsefi ekolleri izleyerek teokratik bir düzen olduğunu söylemektedirler.

GELENEKSEL İSLAM DEVLET MODELİ ÜZERİNE YORUMLAR

M. Beşir ERYARSOY’un “Devlet” başlığı altında yaptığı çalışmanın, Konumuza ilk girerken ele aldığımız Yusuf Kerimoğlu’nun “biat” bahsi gibi günümüz şartları dikkate alınmadan bundan bin yıl öncesinin şartlarını göre yapılmış ve yaşanmış bir modeli anlatmadan öte gitmiyor.

Maalesef günümüz İslam alimlerinin ve hocalarının en büyük problemi bu. Dünü bügün anlatma işini iyi yapıyorlar, ama dünü bügüne getirme onu dünkü gibi bir daha yaşama, o güzellikleri yarına taşıma konusunda maalesef yetersizler. İşin Pratik yönünü bırakın, teoriğini bile daha inşa etmiş değiller. Bu durumu Durmuş Hocaoğlu’nun güzel bir tespiti ile aktarayım:

“Müslüman Dünya, cehaletini bazan o raddeye vardirmaktadir ki, hadi neyse, bir miyktar abartma ile, Müslümanlarin büyük ekseriyetinin bilinç-altlarinda, sadece ve yalniz müslüman olmalarindan dolayi Allah'in kendilerine "özel hizmet" ile memur, hatta icap ederse bu maksatla Esya'nin kanunlarini dahi degistirmekle mükellef oldugu gibi çarpik ve sakat bir düsünce yattigi dahi söylenebilir”

Evet sanki öyle..., haşa inip Allah işleri kendi yapacakmışcasına veya bir kaç meleği bu işle vazifelendirecekmişcesine ihmaller ve İşi Allah’a havale etmeler....

Şunlar çok duyduğumuz dualar, “Allah sonumuzu hayırlı eylesin” “Allah ıslah eylesin” “Görelim mevla neyler, neylerse güzel eyler”. Bu sözler şu adamın misaline benziyor. Sabahtan akşama kadar yatan işe gitmeyen ve günlerini böyle tembel ve miskin geçiren bir insanın Allah’tan rızık talep etmesi gibi. Bu talep ne kadar kabul-e karin ise o dua da o kadar...

Şu paragrafı dikkatinize sunmak istiyorum.

“İslâmî devlet, kavram ve kurumlarının, beraberinde monarşi, teokrasi, demokrasi, sosyalizm, liberalizm, gibi beşerî kavram ve kurumları hiçbir şekilde barındırmayacak düzeyde açık seçik olarak vaz'edilmişken; bunlarla İslâm'ın bir arada ve lafız düzeyinde kullanılmaya özen gösterilmesi, müslümanlara egemen çevrelerin süper devletlere olan bağlılıklarının hatta şahsî çıkar ve ihanetlerinin bir belgesi durumundadır.”

Bu satırlar bizlere İslam tarihi ile İslam devleti tarihini ayırma imkanı veriyor.

Bilindindiği Raşit halifelerden sonra 5. halife Muaviye ile hilfafet, saltanat görüntüsü kazandı. Emevi halifesi Muaviye’den sonra Monarşilerde en temel özellik olan iktidarın babadan oğula geçmesi dönemide böylece başlamış oluyordu.

Saltanat İslamî olmayan bir yönetim biçimidir.

Yine Şamil İslam Ansiklöpedisinden monarşi/saltanatla hilafetin arasındaki farkı ayırt etmek için Saltanat hakkındaki bölümü özet halinde aşağıya alıyorum.

SALTANAT: Devlet, hükümet, hakimiyet, otorite; ihtişam, tantana, debdebe, bolluk, zenginlik; tek kişinin bölünmez hakimiyeti ve bu hakimiyetin babadan oğula geçişi ilkesine dayanan yönetim biçimini ifade eden siyaset bilimi terimi. Hükümdarlık, sultanlık, padişahlık, krallık ve monarşi gibi isimlerle de anılan saltanat, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar dönemleri boyunca İslâm tarihinde görülen başlıca yönetim biçimi oldu. Günümüzde de Suudi Arabistan ve Ürdün gibi halkı Müslüman ülkelerde varlığını sürdürmektedir.

Yüzyıllar boyunca hükümdarların aynı zamanda "halife" ünvanını taşımaları, saltanat yönetimiyle hilafet yönetiminin birlikte düşünülmesine, birbirine karıştırılmasına, hatta saltanatın İslâmî bir yönetim biçimi olarak kabul edilmesine neden oldu. Oysa saltanat yönetimi ile İslâm'ın ön gördüğü yönetim biçimi arasında nitelikleri, amaçları ve oluşumu bakımından çok temel ayrılıklar, hattâ zıtlıklar vardır.

...İslâm'ın yönetim alanındaki temel ilkesi, Allah'ın mutlak hakimiyetinin kabulüdür. Bu ilke uygulama alanında kendini şeriatın her şeyin üstünde yer alması biçiminde gösterir. Saltanat yönetimi ise hükümdarın mutlak egemenliğine dayanır. Bu yönetim biçiminde şeriat bir hukuk sistemi olarak uygulanıyor görünse de, saltanatın çıkarları şeriatın üstünlüğü ilkesinin yerini almıştır. Bu nedenle saltanatın çıkarları gerektirdiğinde şeriatın hükümleri görmezden gelinir ya da bu çıkarlar doğrultusunda değiştirilir. Başta kanunlar olmak üzere tüm sistem hükümdarın mutlak egemenliği ve saltanatın çıkarları doğrultusunda düzenlenir.

Saltanat tarihi, yönetimin bu temel ilkesindeki köklü değişimi yansıtan sayısız örnek ve uygulamalarla doludur. Saadet asrına en yakın olması ve birçok Sahabinin henüz hayatta bulunması gibi nedenlerle değişimin en az ölçülerde olması gerektiği Emeviler döneminin kimi uygulamaları ile bu değişimin saltanatın yapısıyla ne denli ilişkili olduğu gösterilebilir:

Kur'an'ın hükmü gereğince ganimet mallarının beşte biri devlet hazinesine, kalanı ise savaşanlara aittir. İlk Emevi hükümdarından başlayarak bu uygulama değiştirilmiş; ganimet içinde bulunan altın ve gümüş gibi değerli mallara el konularak ayrıldıktan sonra geriye kalanlar eskisi gibi bölünmüştür (İbn Sa'd, et-Tabakat, VII, 28-29; Taberi, Tarih, IV,187; İbn Abdilberr el-İstiab, I,118; İbnül-Esir el-Kamil, III, 233).

Hz. Peygamber, İslâm devleti ile anlaşmalı (muâhid) gayri müslimlerin diyetinin müslümanların diyeti ile aynı olduğuna hükmetmişti. Raşid Halifeler dönemi boyunca da uygulama bu doğrultuda oldu. İlk Emevi hükümdarı bu uygulamayı değiştirerek diyetin yarısını kendisi almaya başladı (İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, VIII, 139). Benzer bir uygulama da miras alanında görüldü. Saltanat yıllarına kadar Kur'an emirleri doğrultusunda müslüman kâfire, kâfir de müslümana varis olamıyordu. Emeviler dönemiyle birlikte müslümanlar kâfire varis sayıldı. Bu uygulama Ömer İbn Abdulaziz tarafından ortadan kaldırıldı; ancak Hişam İbn Abdulmelik hanedan üyeleriyle ilgili olarak yeniden eski uygulamaya döndü (İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 139).

Hucr İbn Adiy ve arkadaşlarının haksız yere öldürülmeleri de saltanat yönetiminin şeriatın hükümlerini nasıl hiçe saydığının somut kanıtlarındandır. İlk hükümdarın başlattığı bid'at gereğince her cuma hutbesinde Hz. Ali'ye ve ailesine küfrediliyordu. Kufe'de bu bid'ata karşı çıkan Hucr İbn Adiy ve on bir arkadaşı tutuklandı. Olay hakkında yazdığı raporda Kadı Şurayh'ın "Duyduğuma göre Hucr İbn Adiy, her zaman Namazı kılın, zekatı verin, hac ve umreyi yapın, iyiliği emredip insanları kötülükten alıkoyun" diyenlerdendir. "Bu nedenle Hucr'un malı ve kanı haramdır. Bununla birlikte karar senindir" demesine karşılık hükümdar şeriatın açık hükümlerini çiğneyerek Hucr ve arkadaşlarının öldürülmesini emretti (Taberi, Tarih, I V,190-207; İbn Abdilberr, el-İstiab, I, 135; İbnül Esîr, el-Kamil, III, 234-242; İbn Kesir, el-Bidaye, VIII, 50-55).

Kur'an'a göre devletin başlıca amaçlarından birisi adaletin sağlanmasıdır. Adaleti sağlayabilmenin zorunlu şartlarından birisi, adaleti sağlayabilecek kanunların varlığı; diğeri de bu kanunların üstünlüğünün tartışmasız biçimde kabul edilmesidir. Allah'ın hâkimiyeti ve Allah'ın koyduğu kanunlar toplamı olan şerîatın üstünlüğü ilkeleri, saltanat yönetiminde yerini hükümdarın mutlak egemenliği ile saltanatın korunması ve sürdürülmesi ilkelerine bıraktığı için adaletin yerini de zulüm alır.

Emevîlerin ilk Basra valilerinden Abdullah İbn Amr b. Gaylan kendisine taş atan bir adamı yakalatarak elini kestirdi. Eli kesilen adam valiyi Muaviye'ye şikayet etti. Adalet bekleyen adamın aldığı karşılık, "Elinin diyetini Beytülmal'den öderim ama, valimi kesinlikle cezalandıramam" oldu (İbnül-Esir, el-Kamil, III, 248; İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 71). Muaviye'nin bir başka valisi Ziyad b. Ebih, Kufe'de, camide taş atarak kendisini protesto eden otuz kişinin ellerini hiç tereddüt etmeden kestirdi. Mazlumların adalet için başvurabilecekleri bir merci yoktu ortada (Taberi, IV, s. 65; İbnül-Esîr, el-Kamil, III, 228).

Muaviye'nin Yemen valisi Busr İbn Ebi Ertat, kendisinden önceki vali Ubeydullah İbn Abbas'ın iki küçük çocuğunu yakalatarak öldürttü. Çocukları gözlerinin önünde boğazlanan zavallı anne aklını yitirerek çıldırdı. Bu zulme tanık olan Kinaneli bir kadın kendini tutamayarak valiye şöyle haykırdı: "Erkekleri öldürmeniz yetmedi de şimdi sıra çocuklara mı geldi? Cahiliye devrinde bile onlara dokunulmuyordu. Ey İbn Ertat! Çocukları ve yaşlıları öldüren merhametsiz bir hükümet, kardeş kanı dökmeksizin yaşayamaz. Böyle bir iktidardan daha zalim kim olabilir?" (İbn Abdilberr, el-İstiab, I, 65; Taberi, Tarih, IV,107; İbnül-Esir, el-Kâmil, III, s. 193; İbn Kesîr, el-Bidaye, VIII, 90).

....Saltanat yönetiminde, devlet hazinesi, hükümdarın özel hazinesi durumuna dönüştü. Daha Muaviye döneminde, hazine kendilerine karşı sorumlu olunan müslümanların malı değil, istenildiği gibi kullanılabilecek Allah'ın bağışladığı bir mal olarak tanımlanmaya başlandı. Müslümanların büyük çoğunluğu, devlet hazinesinden yararlanmak şöyle dursun, haraçlarıyla hükümdarın zenginliğini besleyen bir zümre sayıldı. Artık hiç kimse hükümdarı hazine üzerindeki tasarrufları konusunda hesaba çekemiyor; yalnız hükümdarlar değil, şehzadeler, hanedan üyeleri, vali ve diğer yöneticiler devlet hazinesini istedikleri gibi kullanıyorlardı. Keyfi harcamalarını karşılayabilmek için de sürekli halka kanunsuz vergiler yüklüyorlardı. Ömer İbn Abdülaziz, Emevi hükümdarlarının topladıkları kanunsuz vergilerin belirlenmesini istediğinde, ortaya uzun listeler çıktı. Hazinenin zenginleştirilmesi için her yola başvuruluyordu. Meselâ İslâm'ı seçen gayri müslimlerden cizye alınmaya devam ediliyordu. Bu uygulamanın kaldırılmasını emreden Ömer İbn Abdülaziz, hazine gelirlerinin azalacağı gerekçesiyle direnen valilerle karşılaştı. Bunlardan birini, "Allah Hazreti Muhammed'i tahsildar olarak değil, halkı dine çağıran peygamberlik göreviyle göndermiştir" ünlü sözünü de içeren mektubuyla görevden atmak zorunda kaldı.

-Yeryüzünde İslam Devletinin ömrü 30 yıldır. Sanıldığı gibi uzun yıllar değil.

Bütün bu açıklamalardan sonra, saltanat yönetiminin temel nitelikleri şöyle özetlenebilir:

1- Saltanat yönetimi, kuruluşu ve işleyişi bakımından ümmetin özgür irade ve seçimine değil; kılıç gücüne ve zorbalığa dayanır. Bu nedenle İslâmi değil, gayri meşru bir yönetim biçimidir.

2- Saltanat yönetimi Allah'ın hâkimiyetinin yerine; hükümdarın, hanedanın egemenliğini geçirir. Bu özelliğiyle de İslâm'a kökten aykırıdır.

3- Saltanat yönetimi, güç ve zorbalık gibi gayri meşru bir temele dayandığı için, İslamın öngördüğü siyasal ilke, kural ve amaçlar doğrultusunda görev yapamaz.

4- Saltanat yönetiminin başlıca amacı saltanatın korunması, güçlendirilmesi ve sürdürülmesi olduğundan; hukuk, bu yönetim içinde tüm anlamını ve geçerliliğini yitirir. Oysa İslâmi yönetim, hukukun üstünlüğü, şerîatın egemenliği ilkesine dayanır.

5- Saltanat yönetiminde hukukun yerini keyfi uygulamalar aldığı için, temel insan hak ve özgürlüklerinden söz edilemez. Bu yönüyle de devlete temel insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alma görevini yükleyen İslâm'ın karşısında yer alır.

6- İslâmî kanunlar uygulanıyor görünse, hükümdar halife ya da emirül-müminin ünvanını taşısa da, tüm bu temel nitelikleriyle saltanat yönetimi gayri İslâmî, gayrî meşru bir yönetim biçimidir.”

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, İslam devletinin pratiği yeryüzünde 30 yıl gibi kısa bir süre devam etmiş. Hz. Muaviye ile Saltanat devri başlamış. Aşağıdaki hadis buna konuya işaret etmektedir.

“Sefine (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl sürecektir. Bundan sonra saltanat gelecektir."

Said İbnu Cumhân dedi ki:

"Sonra ilâve etti: "Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh)'in hilâfetine Hz. Ömer'in hilâfetini, Hz.Osman'ın hilâfetine Hz. Ali'nin hilâfetini (radıyallahu anhüm ecmain) ekle (parmaklarınla say) bak!" dedi. Bunları (sayınca hakikaten) otuz yıl bulduk." Sefine'ye: "Emevîler, hilâfetin kendilerinde (devam ettiğini) zannederler"denmişti, şu cevabı verdi: "Benî'z-Zerkâ yalan söylüyor. Onlar krallardır, hem de en kötü krallar."

Ebû Dâvud, Sünnet 9 (4648, 4647); Tirmizî,Fiten 48, (2227).

-Yeryüzünde bundan sonra İslam bir Devlet olmayacağını çok kesin söyleyen bir aydın Durmuş Hocaoğlu. Ali Bulaç’ta artık müslümanın bir devlet talebi olmayacağını belirtiyor.

Bu noktada çözüm adına “Müslümanlar devlet düşüncesinden vazgeçmeli tezini gündeme yeni yeni getiren müslüman teorisyenler görüyoruz. Fakat bunlar Böylesine ciddi bir konuda Kuran’ın yaklaşımlarını dikkate almayınca, onun yorumunu kendi yorumları arasına katmayınca, çözümden çok çözümsüzlüğe hizmet ediyorlar.

Bu yorumcuların sayısı oldukça az. Bunların az olan bir ikisi geçtiğimiz yılın (1998) son aylarında haftalık bir dergide (Aksiyon) bu konuda bir şeyler yazdılar. Önce Ali Bulaç yazdı, ardından Durmuş Hocaoğlu...

Biz burada aynı parallelde olan iki çalışmadan Durmuş Hocaoğlu’na ait olanından bazı paragrafları sunacağız.

"İslamî Sistem ve Devlet" ya da "Hayaller ve Hakikat"

"...Naçizane kanaatimca, su iki hususu, büyük bir açik yüreklilikle kabul etmek mecburiyeti vardir: 1: Su anda dünyanin hiçbir yerinde real anlamda bir "Islami Sistem ve/veya Devlet" mevcut degildir. 2: Ne bugün, ne yakin bir gelecekte, ne Türkiye'de ve ne de herhangi bir Islam ülkesinde real anlamda bir "Islami Sistem ve/veya Devlet" kurulabilir. Böyle birsey imkansizdir.

....Bu tezim, birisi teorik, digeri de pratik olmak üzere iki gerçekçeye dayanmaktadir. Teorik gerekçe sudur: Islami Sistem/Devlet, günümüz sartlari muvacehesinde teorik olarak tanimlanmis degildir; teorik temelleri zayiftir, dünyanin hiçbir ülkesinde uygulanmakta olan bir örnegi veya modeli yoktur, sadece bir "Ideal"dir, büyük ölçüde, Geçmis'in aynen tekrarlanabilecegini vehmeden bir ütopyadir. Imkansizligin asil sebebi ise, Islam medeniyetinin maglup bir medeniyet olmasindan kaynaklanmaktadir. Pratik gerekçeye gelince: Meseleyi diger Islam ülkeleri kontekstinde degil de (sayfa editörü kaslarini çatiyor) daha dar ve özel kontekstte, Türkiye kontekstinde ele alacak olursak, asagida serdedecegim gerekçeleri reddetmek için, bu ülkeyi zerre miktarinca dahi tanimamak lazimdir:

....Evet, Türk halki "müslüman'dir, ama, bu müslüman toplumun büyük ekseriyetinin bir Islami sistem arzu ettigi iddiasi, hiçbir gözleme ve arastirmaya dayanmayan, hatta tam aksine, sahsi tecrübelerle dahi yanlislanabilecek kadar zayif ve hayali bir iddiadir. Toplumumuzun önemlice bir çogunlugu, laik-seküler bir hayat tarzi ile 'bir sekilde' uyum saglamistir. Bunda, kökü Cumhuriyet'ten çok önceye dayanan isbu laik-seküler var-olusun yarattigi tarihsellik kadar, dünyanin hiçbir bölgesinde, adam gibi, insanini mutlu eden, elle tutulur gözle görülür bir realite olarak fiilen yasanmakta olan ve "isim" olarak degil "cisim" olarak Islami, sahiden Islami olan tek bir adet -evet 'bir' ve yalniz 'bir' adet-bir sistemin mevcut olmayisinin büyük tesiri olduguna dikkat edilmelidir.

...Yani, Islami bir sistem ve/veya devlet talebine yönelenler, Sahabe arasinda yasamakta olmadiklarini, içinde kendilerinin de dahil oldugu bu cemiyetin bir Sahabe Cemiyeti olmadigini bilmelidirler.

...Simdi, 'Islami Hareketin Devlet talebi kalmadi" demeden önce su soruyu soralim: Bir "Islami Devlet" talebi olmali mi?

Teorik olarak hersey gibi buna da elbette evet! Lakin, biz ancak dar entellektüel çevrelerde, felsefe bölümlerinin los koridorlarinda, akademisyence tartisilabilecek soyut akademik mülahazalari bir tarafa birakip somut dis gerçeklikler dünyasi çerçevesinden, yani gerçek hayat çerçevesinden bakarak cevap verelim: Hayir, olmamali! Olmamali idi, olmasi bir hata idi."

Ali Bulaç’ta bu kadar açık olmasada benzer şeyler söylüyor.

Bu iki değerli yazar; bizce doğru söylüyorlar ama doğruyu eksik ifade ediyorlar. Bu sonuçlara hangi sebeblerden sonra geldiler, bu sonuçlara gelirken Kuran’dan onay aldılar mı?

Bu iki görüşte eksik olan ve görüşlerin referansları arasında olmazsa olmaz olan, Kuran’ın bu konudaki yorumu. Maalesef İki yazarda değerlendirmelerini Kuran’dan yola çıkarak değilde, toplumsal şartları ve insanların bazı kabullenmelerini ölçü alarak yapıyorlar. Böyle bir tespitin içinde Kuran’ın yorumları olmayınca, bu tespitler birinici derecede referansı “Kuran” olan geniş kitlelerin indinde Ali ve Durmuş’un görüşleri olarak algılanıyor. Öyle oluncada bu görüşlerin ağırlığı, o iki değerli yazarın ağırlığı kadar oluyor ve öyle kalıyor.

Pekî Kuran başka sistemlerle birlikte olabilir mi? Birlikte yaşayabilir mi?

Kuran kendinden başka sistemlerle beraber yaşama konusunda ne diyor? Buna razı mı? Bu konudaki ayetleri nasıl?

Bu soruya net ve kısa cevap verirsek şunu söyleyebiliriz; Kuran doktirin (teori/ilkeler bazında) olarak günümüz örnelerinden laikle ve demokrasiyle uyuşmaz. Kuran bu tartışmaların odak noktasıdır, o hesaba katılmadan bu meselelerin çözüme kavuşması mümkün değildir.

Şimdi, bu tespite işaret eden Kuran ayetlerine bakalım. Lütfen dikkatli okuyalım. Ayetler Maide süresinden.

5-44. Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi. Allah'ın Kitab'ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zâhidler ve bilginler de (onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) şahitlerdi. Şu halde (Ey yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.

5-45. Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffâret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.

5-46. Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nûr bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik.

5-47. İncil'e inananlar, Allah'ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır.

Arka arkaya üç ayette Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenlerin kafirler, fasıklar ve zalimler olduğu bahsediliyor. Bu ayetlerde kafir ve zalim ifadeleri Yahudilere, fasık ifadesi de Hristiyanlar kullanılıyor gibi, bu bağlamda müslümanlara bir şeyden denmiyor. Bu ayetler de konunun sınırlı olmasında hükmünde sınırlı olduğu sonucuna varanlar olmuş, oysa ki bu sonuç yanlıştır.

Kuran’ın bu türlü konularında konunun özel olması hükmün genel olmasına mani değildir. Kuran’da konunun ve hükmün özel olduğu sahalar oldukça azdır. Bu konularda ya Peygamber Efendimizin s. ahval-i şahsiyesi ile ya da ezvac-ı tahiratıyla ve bir kaç ferî meseleyle sınırlıdır.

Yukarıdaki ayetlerde Tevrat ve İncile atıfta bulunulularak “Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenler kafirlerin, zalimlerin, fasıkların ta kendileridir dendi. Peki Kuran’a atıfta bulunursak ne diyeceğiz. Aslında ayetler bu kadar olsaydı bile aşağıda gelen ayet Kuran ilede hükmetmeyenleri dolaylı yoldan aynı katogoriye koymasaydı, biz yine konunun özel olmasının hükmün genel olmasına mani olmadığını söylecektik.

Kuran’ın konuyu takip eden aynı süresinin diğer ayetlerinde şöyle buyruluyor;

5-48. Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şerîat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şerîatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.

5-49. (Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.

Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki; “5-48. Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik” ayetinde kitaptan kasıt “Kuran”dır. Muharref kitapla hükmetmeyenlerin kafir, zalim, fasık olduğu bir yerde, Kuran’la hükmetmeyenlerin böyle olmayacağı düşünülemez.

-Kuran’a göre Eğemenlik yalnız ve yalnız Allah’ındır. Fakat bu konudaki ayetleri değerlendirirken bazıları ayetlerde olmayan manaları yorumlarına yansıtmışlardır.

Kuran’a göre tüm evrenin yaratıcısı Allah'tır (el-Bakara, 2/29, en-Nisa, 4/1, el-En am, 6/73, er-Ra'd,13/16, el-Furkan, 25/3, vakıa, 56/58-72).

Allah, tüm yaratılmışların rabbi, kanun koyucusu ve yöneticisidir (el-Araf, 7/54, Taha, 20/8, er-Rum, 30/26, es-Secde, 32/5).

Evrende Allah'tan başka ne hakim bir güç, ne de bu hakimiyeti paylaşan bir güç vardır (el-Bakara, 2/107, Alu İmran, 3/154, el-En'am, 6/57, en-Nahl, 16/17, el-Kasas, 28/26-70, el-Furkan, 25/2, er-Rum, 30/4, Fatır, 35/40-41, Hadid, 57/5).

Bu yaklaşımlardan geleneksel ülemanın çıkardıkları sonuçlar şunlardır. (Şamil İslam Ansiklopedisnde Saltanat maddesi)

“Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır.

Allah'ın koyduğu kanunlar herşeyin üstündedir.

İnsan samimi olarak bu kanunlara itaat etmelidir.

Allah'ın kanunlarına aykırı olarak ne başka bir kanun ve kurala, ne de bir insan ya da kuruma boyun eğilebilir (el-Araf, 7/3, er-Ra'd, 13/37, en-Nahl,16/36, el-Mümin, 40/18).

Allah'ın kanunlarıyla çelişen emir ve kurallar yalnızca yanlış ve gayri meşru değil; aynı zamanda Allah'ın hakkının ihlali ve küfürdür. el-Bakara, 2/229 , el-Mücadele, 58/4, et-Talak, 65/1). “

Şamil İslam Ansiklopedisinin “Saltanat” maddesindeki bu bölümler geleneksel ülemanın da yaklaşımlarını ortaya çıkarıyor.

Fakat bu yaklaşımlara yakından bakıldığında, verilen ayet numaraları ve bu ayetlerin konuyla alakaları incelendiğinde “alakanın” ötesinde anlam verme gayreti göze çarpıyor.

Şu yoruma “Allah'ın kanunlarıyla çelişen emir ve kurallar yalnızca yanlış ve gayri meşru değil; aynı zamanda Allah'ın hakkının ihlali ve küfürdür.” mesnet olan ayetlere yakından bakalım.

.”..Bu söylenenler Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.el-Bakara, 2/229”

“(Buna imkân) bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardarda iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Resûlüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kafirler için acı bir azap vardır.el-Mücadele, 58/4”.

“..Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir et-Talak, 65/1).”

Yakından bakıldığında ikinci ayetin (el-Mücadele, 58/4) yorumla direkt bir alakası görülmüyor.

Ayrıca ayetteki şu ifadelerden

”Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir” “şüphesiz kendine zulmetmiş olur”

bu hükümlerden

“Allah'ın kanunlarıyla çelişen emir ve kurallar yalnızca yanlış ve gayri meşru değil; aynı zamanda Allah'ın hakkının ihlali ve küfürdür.”

sonucu çıkmaz. Neden?

Yorumcu bu ayetler bakıp ancak şunu diyebilirdi. “aynı zamanda Allah'ın hakkının ihlali ve zülümdür”

Ayetlerde İhlal eden “kafir olur” denmemiş, “zalim olur” denmiş.

Bu incelik neden?

Çünkü İslam alimlerinin tamamına yakını amelin imandan bir cüz olmadığına hükmetmişlerdir.

Bir insan Allah’ın hükmüyle hükmetmemiş bile olsa, o hükmün amel yanını yerine getirmese, o hükmü inkar etmediği müddetçe kafir olmaz.

Maalesef yorumcu “delaleti zannî olan” ayetlerden kesin hüküm çıkarma yanlışını yapmıştır. Yani haddi aşarak “şüphesiz kendine zulmetmiş (dir) et-Talak, 65/1”

Amel etmeyen ama İtikadî yönden müslüman olduğunu söyleyenler var. Bunların durumu Kuran’a göre ne?

Burada Amel imandan bir cüz değildir diyen ehl-i sünnetin görüşünü özetlemek istiyorum.

Şamil İslam ansiklopesinden konuyla alakalı bazı pasajları aşağıda sunuyorum.

Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü şudur: Büyük günah mümini imandan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Ancak böyle bir mümin asi sayılır. Ameller imandan bir cüz (parça) değildir. Ancak işlenen günahı helâl saymak, onu hafife ve alaya almak, kesinlikle küfürdür.”

“Sâlih amel, imandan bir cüz olmadığına göre, kalbteki kesin tasdike aykırı olmayan büyük günah, o kimseyi imandan çıkarmaz. Çünkü onun kalbinde iman vardır, o halde mümindir. Ancak işlediği günahı helal saymaması, onu hafife veya alaya almaması şarttır. Aksi halde imandan çıkar, küfre girer. Ancak böyle bir kimseyi küfre sokan şey, işlediği büyük günah değil, küfrü gerektiren sözü veya tavrıdır.”

“İman ile amel arasında sıkı bir münâsebet vardır. Amel imanın muhafazasını sağlar ve onu kuvvetlendirir. Ancak amel imandan bir cüz' sayılmamıştır. Yani inanıp da dini emirleri yerine getirmekte ihmâl gösteren kimse imandan çıkmaz. Namaz kılmayan, oruç tutmayan, eğer imanında bir bozukluk yoksa yine mümindir, ama isyânından dolayı Allah'ın azâbına müstehâk olur. Allah dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır.”

Asıl söz sahibi Kuran’ı dinledik.

KURAN BİR İSLAM DEVLETİ İSTEMİYOR.

Kuran’ın bir İslam Devleti istiyorum diye sarih bir ifadesi yok. Kuran getirdiği değerlerin müslümanlar tarafından ferdi ve toplumsal bazda uygulanmaya konulmasını istiyor. Bu isteğini bir çok ayetle ifade ederek, bu isteğe ulaşmada bir araç ismi vermiyor. İlla şu olsun diye bir ısrarı yok Kuran’ın.

Peki Devlet ısrarı nereden geliyor.

Bu ısrar müslümanların tarihi içindeki uygulamalarından kaynaklanan bir görüş. İslam’ın en güzel şekilde bir devlet çatısı altında yaşanacağını görmüşler. Ama bu devlet asli modeli ile 30 yıldan fazla tarih sahnesinde yer almamıştır. Despot idarecilerin, Kralların, Hükümdarların ve Padişahlarının saltanatlarının İslam Devleti olarak tanımlanamayacağını yukarıda belirtmiştik. Kuran bin yıldan fazla bir zaman monarşik bir yapı içinde kendine uygulama alanı bulmuş. Onun yanında “insan sözü olan fermanlarda buyruk sayılmıştır.”

Biz buraya kadar geleneksel yaklaşımı, modern yaklaşımı ve Kuran’ın yaklaşımlarını sunduk. Şimdi aşağıdaki soruları soracak ve onların cevapları ile konumuza devam edeceğiz.

-Müslümanlar arasında özellikle alimler, yazarlar ve hocalar arasında Bu üslup yorum ve yaklaşım farklılığının nedenleri nelerdir?

Bu soruya cevap vermek için şu sorularında cevaplanması gerektiğine inanıyorum.

Neden kilasik yorumlarda günümüz gerçekleri dikkate alınmıyor?

Yorumlar neden o gerçeklere uygun yapılmıyor?

Neden hala geçmişin rüyaları görülüyor?

Neden hala geçmişteki İslamî modelleri ve yönetim şekiller bugün aranıyor?

Kuran bir İslam devleti istiyor mu?

Günümüzde İslamî gurupların nihayi hedefleri bir İslam devlet mi?

Günümüz şartlarında ve gelecekte bir İslam devleti rüya mı, gerçek mi?

Şimdi bu sorulara cevap arayalım.

MÜSLÜMANLAR ARASINDA ÖZELLİKLE ALİMLER, YAZARLAR VE HOCALAR ARASINDA BU ÜSLUP YORUM VE YAKLAŞIM FARKLILIĞININ NEDENLERİ NELERDİR?

Günümüz müslüman aydınlarının en büyük problemi, yaşadıkları zamanı anlayamama ve tamımlayamamadan kaynaklanan bir belirsizliktir. Bu belirsizliğinde en büyük sebebi dine karşı ilgisizliktir.

İslam alemi Mekke devrinden sonra Osmanlının çöküşüne kadar uzun bir zaman içinde dini kendilerine referans yapan idareler tarafından yönetildiler. Bu zaman diliminde ilk halifeden son halifeye kadar hayatı birinci derece belirleyen unsur “din” di. O günlerin devlet yapıları içinde yasamada, yürütmede ve yargıda din en belirleyici faktördü.

Fakat 17 yy. dan sonra dünyadaki dengeler değişmeye başladı.O yıllarda Avrupa, iyice bağnaz hale gelen aklı vahyin önünde sıfır kabul eden kilisenin elinden aklı kurtarmanın bayramını yapıyordu.

Fransız ihtilâli, 1793 yılında tüm kiliseleri kapattırıp, kendi politikasına uygun olarak yeniden açtırdı. 10 Kasım 1793 tarihinde Notre-Dame kilisesinde yapılan hürriyet şenliği açıkça Hristiyanlık aleyhtarı bir mahiyet aldı.

Chaumette, meclis önünde, halkın bundan böyle tabiatın verdiği ilâhlardan başka Tanrı da, papaz da istemediklerini söyledi (A. Aurald, Fransa ihtilâlinin siyasi tarihi, Ankara,1987, II, 656). Fransa lâikliği, böyle bir tutumla yoğun ateizm etkileri altında kurumlaşmaya başladığının göstergesini sergiledi.

Birçok din adamı sadece papaz olma suçu ile yargılanarak -giyotinle- idam edildi. 18 Mart 1793 günü Convention meclisi, sürgün cezası alan papazların Cumhuriyet toprakları üzerinde nerede rastlanırsa tevkif edilerek askerî bir jüri önünde yirmi dört saat içinde yargılanıp hemen idam edilmelerini karara bağladı. Hatta sürgünde iken vatanlarına geri dönen papazlar, iki şahidin "bu sürgün cezası almıştı" şeklindeki sözlü şahitliklerine dayanılarak, o papazların derhal 18 Mart 1793 kanunu kapsamına alınmasına karar veriliyordu.

Devrimciler, Fransa'da Yüksek Varlık dini adında bir "Cumhuriyet Dini" kurma yolunu seçtiler. 1794te Katolikliğin yerine geçmesini düşündükleri Yüksek Varlık dinini kuran ve düzenleyen bir kararname çıkardılar. Bu din Fransa'da Cumhuriyet Dini olarak kabul edilecek olan, aslında dünyanın gidişatına karışmayan Cicero'nun, M. Aurelius'un ve Voltaire'nin deizmi, yani Akıl Dini idi.

Fransız ihtilalinin yukarıdakilere paralel getirdiği yeni fikirlerden birisi de milliyetçilik fikridir. Bu fikirlerden sonra gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu'da asabiyete dayalı hareketler olmuş, İslamiyetin asabiyete olan negatif tavrına karşın İslâm kardeşliği unutularak asabiyete bağlı olarak devletler kurulmuştur. Asabiyet, din bağlarını gevşetmiş, yerine aşiret, kabile ve kavim temellerine dayanan devletler kurulmuştur.

Bu devletler arasında bugün kendi aralarında savaşanları, din/vicdan ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayanları hala görüyoruz.

Sağlıklı bir tesbit için İslam Tarihini üç bölüme ayırıp öyle inceleyeceğiz.

Birinci bölüm; İçinde zülmün, işkencenin, tebliğin ve sabrın olduğu ama sıcak temas anlamında cihatın ve münafığın olmadığı 13 yıllık Mekke dönemi.

İkinci bölüm: 13 yıllık Mekke döneminde sonra gelen, Medine’de İslam’ın devlet kimliği kazanması ile başalayan ve yaklaşık olarak 17 yy. sonlarına kadar devam eden dönem. Bu dönemin en öne çıkan özelliği, İslam toplumunun devlet kimliği kazanması ve bir halife etrafında toplanmalardır.

Üçüncü bölüm: 17. yy. sonları 18. yy. başlarından itibaren başlayan en büyük özelliği; Müslüman toplumlarının İslam birliğini kaybetmesiyle halifeliğin ortadan kalmasına içine alan ve halen devam eden dönemdir.

BİR İSLAM DEVLETİ OLMADAN DA DİN YAŞANABİLİR. NİTEKİM YAŞANIYOR DA.

Birinci Bölüm:

İslam’ın bir devlet kimliği olmadığı, müşrik bir toplum yapısı içerisinde müslümanların inançlarını sınırlı imkanlarla, sınırlı ortamlarda gerçekleştirdikleri bir dönemdir. Bu dönem oluşum ve gelişim dönemidir.

Bu dönemde Mükemmele giden yolda parçalar yana yana getirilmiş. Her bir parça bir sonraki parçanın varlık sebebi ve tamamlayıcısı olmuştur.

Medine İslam devletiyle son parçalar asıl kabul edilmiş, düşünce ve sosyal/toplum yapısı son parçalar etrafında şekillenip gelişmiş tedrici yaklaşımların ilk parçaları geneli itibarı ile mensuh (hükmü kalkmış) sayılmıştır.

Mekke dönemi ayetlerini mensuh sayma İslam’ın bütün kurum ve kuruluşları ile oturduğu dönemde dahada yaygınlaşmıştır. Sanki zaman duracak ve donacak, sanki hiç geri dönmeyecek, İslam için başka bir zamanda başka bir cografyada işe yeniden başlama ve gelişme dönemi yaşanmayacakmış gibi, Mekke dönemi ayetlerinde tedricilik halkasında olan bazı ayetler mensuh sayılmıştır. Tefsir ve hadis yorumları genelde bu istikamette yapılmıştır.

İkinci dönem:

Ortam öyle bir hale gelmiştiki, Müslümanlar düzenli ve sistemli bir devlet mekanizması içinde yasama, yürütmede ve yargı gibi devletin en hayati fonksiyonlarında İslam’ı 1000 yıldan fazla bir süre referans almışlar, İslam fıkhı, tefsiri, hadisi hep bu ortamda gelişmiş, İslam’a duyarlı devlet ve idarecilerin oluşturduğu olumlu atmosfer 1000 yıldan daha fazla devam etmiş ve toplumun “gen”lerine kadar nufuz etmiştir. Bugün dîni anlama ve tanıma adına başvurulan kaynakların en muteberleri arasında o yüzyıllarda kaleme alınanlar büyük bir yer tutar.

Bu dönem asıl sayılmış.

Müslümanlar devlet teşvikinde dinlerini çok rahat yaşamışlar. Bu dönemde İnançlarını yaşama ve uygulama konusunda bazı istisnaları dikkate almazsak devlet engelli hemen hemen hiç bir problemle karşılaşmamışlar.

Böyle bir atmosfer bu döneme damgasını vurmuştur. İslam hep devletle birlikte düşünülmüş, devleti etkilemiş ve yönlendirmiş. Dîne ait her kural devlet desteğiyle kendine uygulama alanı bulmuş. Devlet ve İslam bin yıldan fazla yan yana uyum içinde bir görüntü vermiş. Devlet ceset addeldilmiş, İslam’da onun ruhu sayılmış, sürekli et ve tırnak gibi görülmüşler.... ve öyle tarihe geçmişler.

İleride genişçe ele alacağımız bir konuya kısaca değinelim.

Varlığın insanlara bakan tarafında en büyük amaç Allah’ın rıza ve hoşhutluğunu kazanmaktır, varlığın geri kalanına bakan tarafta amaç, o büyük amaca hizmet etmektir. Oysaki devlet amaca gidişte bir araçtır. Ama asıl amaca giden başka vasıtalarla bin yıldan fazla birlikteliği onunda amaç gibi algılanmasına sebep olmuştur.

-Üçüncü dönemde enkazı fareleri bile barındırmayan bir dönem olmuştur.

Üçüncü dönem:

Bu dönem 18 yy. başlarına tekabül ediyor. Aynı zamanda İnsanlığın tarım toplumundan sanayi toplumuna adım attığı dönemin de başı sayılır. Bu manzarayı yeryüzü hareketleri ile anlatırsak, doğuda çukurların batıda tepeciklerin görülmeye başladığı bir asırdır.

Geçmişin o güzel günlerinden bu güne kalan sadece enkaz oldu. Öyle bir enkaz ki, farelerin bile kendilerine barınak yapmaya tenezzül etmediği...

Bir şey daha kaldı; O büyük dedelerin cüce torunları. Ecdada saygıyı geçmişle övünmek olarak anlayan, ecdâdı büyüten değerleri büyüklüğe giden yolda basamak yapmak yerine onların zekatını ifa etmeyi görev anlayışı sayan cüceler...

Kim onlar diye soracak olursanız, sıfatlarından bahsedeceğim...

Amacım tahrip değil, tamir olduğu için, muhabbet fedaileri arasında olmasam bile, olma aşkıyla yandığım ve tutuştuğum için sıfatlarından bahsedeceğim...

İşte enkaz ve sahiplerinin fotografları. İçler yakan halimizi daha fazla deşifre etmeden sadede geliyorum.

Alem-i İslam parça parça, 1200 yıllık İslam’ın karakteri haline gelen devlet geleneği darmadağan. ...ve artık müslüman ülkelerin bir kısmı kötü niyetli ülkelerin sömürü sofrasında her öğünün değişmez menüsü haline gelmişler, bir kısmı 1200 yıldır hiç tanımadığı ve bilmediği sistemlerin içinde kimi mahkum kimi inançları etrafında belirlenmiş sınırlar içinde yaşamak durumunda.

İslam ülkelerinde “şerî ahkam” ferde bakan yönüyle kısmende olsa yaşanırken, devlet ve idareye bakan yönüyle bir bütün halinde yeryüzünün hiç bir yerinde yaşanmıyor.

Bu durum yaklaşık olarak üç asırdır sürüyor. Geçen zaman geçmişteki değerlerin aleyhine işliyor.

Artık düne hasret duyma, yerini bugünü kabullenmeye bırakıyor. İslam toplumları dış etkilerle git gide kozmopolit bir görünüm kazanıyor. Dün aynı toplumun insanı olanlar, bügün aynı toplum içinde uçlarda yer alıyorlar.

Bazı üçüncü dünya ülkelerinde bu dekor, kan, nefret, öfke ve kinlerle kirleniyor ve besleniyor.

Dünün aşığı ehl-i kalbin bu manzara karşısında dilinden şunlar dökülüyor. Bu günleri de görecek miydik.

Evet görünen bu. Daha fazla kılavuzluğa gerek yok.

...ve bu dönem hala devam ediyor.

Bu açıklamalardan sonra bunları dikkate alarak yukarıda sorduğumuz sorulara tekrar dönüp onların cevapları üzerinde durabiliriz.

-Şimdi önemli soruların cevaplarına gelelim.

Müslümanlar arasında özellikle alimler, yazarlar ve hocalar arasında bu üslup yorum ve yaklaşım farklılığının nedenleri nelerdir?

Neden günümüz gerçekleri dikkate alınmıyor?

Yorumlar neden o gerçeklere uygun yapılmıyor?

Neden hala geçmişin rüyaları görülüyor?

Neden hala geçmişteki İslamî modelleri ve yönetim şekiller bugün aranıyor?

Yukarıdaki 5 soruyu bir konu olarak sunmak istiyorum.

Bir kısım Müslüman yazar ve düşünce adamı, üçüncü dönemi arızî sayıyorlar. Yani bu dönem “ara dönem” “geçici dönem”. Gelecekte İslam yine hakim olacak, bazılarına göre yine bir halife başta olacak, geçmişteki şanlı günler tekrar yaşanacak.

Bu düşünceler bir kaçı dışında bugün bir çok İslamî cemaatin geleceğe ait düşüncesi ve beklentisi.

Bu düşünce ve beklentiler içinde düne dokunulmuyor. Dünün meseleleri bügününün pratiklerine göre yorumlanmıyor. Dünü yarın bir daha yaşayacağız diye, dün bugüne uyarlanmıyor.

1200 yıllık İslam-Devlet ve Hakimiyet gibi değerlerin birlikte yaşandığı uzun zaman dilimi, asıl olarak algılanmış. İslam’ın toplum modelleri için bunun dışında hiç bir alternatif tanınmamış, bu duygu ve düşenceler içinde ele alınan eserlerde Müslümanlar için dinlerini yaşama adına bir İslam devletini ayakta tutmak -ayakta değilse, onu tekrar ayağa kaldırmak- bütün müslümanlara farz-ı ayn sayılmıştır.

Geçmişte yazılan eserlerdeki yaklaşımlara -özellikle fıkıh dalı altında gelişen mezhebî yaklaşımlara- hiç dokunulmamış, bunlara dokunmak ve günümüze yorumlamak dîni bölmek ve parçalamak olarak algılanmıştır.

Bu düşünce sahiplerine göre, günümüzde içinde bulunduğumuz dönem geçicidir, ileride İslam hakim olacak, dünkü ihtişamıyla bir kere daha dünya sahnesinde yerini alacaktır.

GÜNÜMÜZ DÜNYASINDA MÜSLÜMANLARIN METOD/STRATEJİ VE ZİHİN HARİTASI

Geçmişten bir hayli farklı olan günümüz dünyası bir çok şeyi değiştirirken bir gurup İslamî cemaatlerin niyetlerini değiştiremedi. Kimi radikal olan kimi de taviz vermemeyi, katı olmayı, sertlik yanlısı tavır takınmayı şuurlu müslümanlık sayan İslami guruplar bu ara dönemin arkasından bir İslamî düzen ve nizam geleceğine olan inançlarını herşeye rağmen ayakta tutuyorlar.

Üçüncü dönemin şartlarını dikkate alan ve almak zorunda kalan islamî cemaatler değişik yapılanmalar sergilemişlerdir.

İslamî cemaatlerin dışında kalan ve İslam’ın amelî yönünü yerine getirmese bile fıkhî açıdan müslüman olan insanlarda var. Bunlar dine dayalı bir devlet istemediklerini açıkça ifade ediyorlar. Böyle bir istekte bulunanlara engel olmaktan çekinmiyorlar.

Niyetleri kimi aynı kimi kapalı ama görüntüleri oldukça farklı olan değişik cemaat/hizmet/gurup ve metotlar karşımıza çıkıyorlar.

Farklılıkların böylesine çok olduğu bir manzara karşısında daha sağlıklı bir durum tespiti için günümüz müslümanlarını beş guruba ayırıp öyle inceleyeceğiz. Yazı boyunca bu gurupları gurup sırasındaki numaraları ile anacağız.

Birinci Gurup

Bu gurup geçmişe olan saygısını muhafaza ederken, içinde bulunduğu ortamı dikkate alıyor. Sistemle kavga etmemeye, değerlerine ters düşmeyen noktalarda onunla yan yana olmaya, karşı olmamaya dikkat ediyor. Toplumu oluşturan unsurların siyasi olsun gayri siyasi olsun yanında ve karşısında olmamaya özen gösteriyor. Ortak paydaları sürekli vurguluyor ve onu ilişkilerinde önce çıkarıyor. Böyle bir metot sayesinde ortak paydanın ruhuna uygun yaptığı her girişimde toplumu oluşturan farklı uçların desteğini alıyor.

Böyle bir desteği arkasına alması kolay olmuyor. Bu gurup yaşadığı toplumun tahlilini iyi yapıyor. Onun hassayetlerine dikkat ediyor. Toplumun farklı uçlarının hassas olduğu noktalarda onların yanında olmasa bile karşısında olmamaya özen gösteriyor. Bu noktada inandırıcılığını kaybetmemek için dünkü söylemine ters düşecek tavır ve hareketlerden uzak duruyor.

İçinde yaşadığı toplumun farklılığını problem yapmak yerine zenginlik sayıyor. Farklı düşüncede ve dünya görüşündeki insanlarla, fikir ve düşünce özgürlüğü ortak paydasında birlikte yaşamak istediğini her fırsatta açıklıyor. Dünya genelinde kendini oluşturan bütün unsurlarda tam bir uyumla bu açıklamaları doğrular mahiyette işler yapıyor.

Yarını görmeyen, yol yöntem ve strateji belirlemekte yetersiz kalan guruplar.

İkinci gurup:

Niyeti konusunda şüphelerden kendini bir türlü kurtaramıyor. Görüntüsü geçmişe göre oldukça değişik. İçinde bulunduğu sistemle uyumlu olmanın ötesinde onun içinde bir parçada olabiliyor.

İslam dışı saydığı beşerî sistemlerin içinde siyasi parti olarak yer almaktan çekinmiyor. Fakat böyle bir yöntem seçmekle içinde yaşadığı toplumun farklı kesimlerine bir türlü inandırıcı olamıyor.

Bu gurubun Türkiye örneklerini mercek altına aldığımızda şu görüntüler karşımıza çıkıyor.

İyi bir Türkiye tahlili yapamadıklarını görüyoruz. İçinde yaşadıkları toplumun diğer kesimlerine endişe veriyorlar. İçinde bulundukları sistemi kabul ettiklerini söylerken yıllar içinde kendi içlerinde sergiledikleri farklı tavırlarla bir türlü inandırıcı olamıyorlar.

Bundan 20 yıl önce marjinal bir partiyken, söyledikleri demokrasilerin çok seslilik görüntüsü için uygun figürler olarak algılanıyordu. Kimse rahatsız değildi. Ama dün marjinal olduğu için problem olmayan parti, büyüyüpte iktidara adım adım yaklaştığında, dünkü hoşgörü ve anlayışı “zinde güçler”den ve “derin devlet”ten göremedi.

Görüntüsünü ne kadar değiştirse bile, niyetini bir türlü gizleyemiyordu. Partinin başındaki insanlar “kanlı da olsa, kansız da olsa” bir şeyleri yapacaklarını söylüyorlardı. Bir başka üst düzey partili “Demokrasinin kendileri için bir tranvay olduğunu, ineceklerini durağa kadar onunla yolculuk yapacaklarını, sonrada onu bırakacaklarını” söyleyebiliyordu.

Aynı partinin belediye başkanları sistemin hassas ve duyarlı olduğu kutlama ve anma günlerine katılmamak için sudan bahaneler buluyorlardı. Sistemin sevdiği bir zatın anma gününde “burada bulunmakla içim kan ağlıyor” diyen bir belediye başkanının yaptığının daha ötesini, o partinin Ağrı belediye başkanı daha ağır sözlerle yapıyordu. Ama iki belediye başkanıda sistemin oklarının üzerlerine gelmesi karşısında sözlerini geri almak hatta yalanlamak durumunda kaldılar.

Bir başkası “Biz iktidar olduğumuzda, (başörtülü öğrencileri kastederek) rektörler selam duracak” diyordu. Evet durdular ama başörtüsünü kapıda çıkarmak için... Bu parti yıllarca şunu söylem ve slogan olarak kullandı. Kendilerinin “inanların partisi” olduğunu. Ama bunu söylerken kendi partilerinin dışında kalanların ne olduğunu hep kapalı bıraktılar. Onlar “inanmıyanlar” mıydı? Bunu söylemeye dilleri varmadı ama, kendilerininde “inanaların partisi” olduğu söylemekten ancak son yıllarda vazgeçtiler.

Dünya genelinde ve Türkiye’de İslamî olmayan sistemler içinde siyasi parti olarak yer alan ve dini duyarlılığı diğerlerine göre fazla olan partiler yukarıda anlattığımız ilkesizlik ve çelişkileri yaşıyorlardı. Böylesine çelişkilerin ve ilkesizliğin yaşandığı bir partinin ve tabanının önüne engel konmasından daha doğal bir şey olamazdı. ...ve kondu da.

Bu manzarayı bir gemi misaliyle anlatırsak, rotası belli olmayan, dalgalı ve fırtınalı günlerde en temel rotalarından (adil düzen rotası) vazgeçen, nereye gideceği, nasıl gideceği tam olarak belli olmayan bir gemiye benziyor.

Gemi sahipleri gemiye binenlere “inanlar” derken... binmeyenleri itham altında bıraktılar. Gemiye binmeyenlerle uğraşmaya ayırdıkları zamanı, onlarında hassasiyetlerini dikkate alarak gemiyi yeniden gözden geçirmek için kullanmadılar.

Ülke denizinde yaptığı falsolardan sonra inandırıcı olmak amacıyla, sistem tarafından önüne konan engelleri aşmak için sistemin hassas olduğu noktalara her vesileyle sevgi ve saygı gösterisinde bulunmaları işlerini daha da zorlaştırdı, inandırıcılıklarını sürekli kaybediyorlar. Fırtına dinmek bilmiyor.

Bir tarafta yıllar önce İslamî hassayetlerini vurgulamakla arkalarına aldıkları tabanın beklentileri, diğer tarafta İslamî hassiyetlerini siyasi arenada dile getirmelerinden rahatsız olan derin devlet ve zinde güçlerin tepkileri/engellemeleri arasında kaldılar.

Öyle bir noktadalar ki, ibre ne tarafa yönelse, diğer taraftan tepki görüyorlar.

Yaşadıkları ülkenin gerçeklerini önceden hesaba katmama, dün dedikleri sözlerin bügün ardında olmayışları onları gitgide zor duruma sokuyor.

Tarikatler Siyasi partiler için potansiyel oy deposu olarak görülmekten dolayı onlarda hedef tahtasına konuyorlar.

Üçüncü gurup:

Bu guruptakiler bulundukları ülkelerde toplumun her kesimi ile kontak kurma veya bir siyasi teşekkül şeklinde ortaya çıkma yolunu tutmuyorlar.

Daha çok geçmişteki tarikatların bugünkü uzantısı olmaya, tarikat motif ve geleneklerini korumaya gayret ediyorlar. Günlük olayların dışında kalmaya çalışıyorlar. Bulundukları toplumdaki beşeri sistemleri tagut olarak nitelendirmekten çekinmiyorlar. İslamî bir düzen ve nizam istediklerini gizlemiyorlar.

Siyasi partilerin hepsine yakın durmak yerine dini söylemi öne çıkaran gurupları destekliyorlar. Bulundukları toplumlarda zinde güçler tarafından siyasal İslamcılar gibi tehlikeli bulunmasalar bile, onların potonsiyel oy depoları olmaları, tarikatları bulundukları ülkeler için potansiyel tehlike yapıyor.

Bu gurup gelenekleride din gibi algılılıyor. Dinin yöreseli ve evrenseli gibi bir ayrıma gitmiyor. Sakalı, şalvarı, sarığı ve cüppeyi dinin olmazsa olmaz emirleri gibi algılayıp, dinin evrensele taktiminde bunlarıda dinden bir parça gibi taktimi dindarlığın gereği sayıyorlar.

Dördüncü gurup:

Bu guruptakiler üçüncü dönemde şiddeti ve silahlı mücadeleyi seçen gurup. Bu gurubun bugünkü örnekleri bazıları tarafından gürültüsü çok çıkarılsa bile çok değil.

Hamas bu guruba örnek olabilir. Bu gurup oldukça marjinal, bu nedenle değerlendirmelerimizde bu gurubu değerlendirme dışı tutacağız.

Beşinci gurup

İlk dört gurupla itikat yönünden büyük benzerlik gösteren, ama amel yönünde ayrılan bir gurup var. Konuyu takipte kolaylık olsun diye buna da beşinci gurup diyeceğiz.

Bu gurup kendini müslüman olarak tanımlıyor. Büyük bölümü İslam’ın amelî yönünü düzenli olarak yerine getirmiyor. Bu gurupta namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetleri yerine getirmeyen, içki içtiği, kumar oynadığı ve zina yaptığı halde, Allah’a, Peygambere inandığını, ve Kuran’daki emirleri inkar etmediğini kendisinin müslüman olduğunu söyleyenler var. Bu söylem ehl-i sünnetin ölçülerinde bir insanın müslüman olması için yeterli sayılıyor. Bilindiği gibi ehl-i sünnete göre “amel imandan bir cüz değil” bundan dolayı amel yokluğundan (inkar edilmedikçe) itikat yokluğuna hükmedilmez.

Bu gurup bu ölçüler içinde müslüman olmasına rağmen, yönetim şekli olarak Cumhuriyet, demokrasi ve laik değerlerden vazgeçmeyeceklerini ısrarla söylüyorlar.

Bu guruba mensup insanların sayısı bulundukları ülke nufusuna göre sayısal olarak az da olsa, bu gurup ülke politikalarını etkilemede diğerlerinden daha güçlü. Türkiye ölçülerinde medyanın % 80 bu gurubun yönlendirmesinde. Üst düzey yönetici pozisyonundaki insanların büyük bölümüde bu gurubun içinde veya etki alanında.

Bu gurup demokrasi, insan hakları ve özgürlük diyor. Dine karşı olmadığını özellikle belirtirken, onun bir vicdan işi olduğunun altını ısrarla çiziyorlar. Siyasal İslama geçit vermeyeceklerini gerektikçe uygulamalı örnekleri ile gösteriyorlar.

Evet günümüz müslümanları genelde bu beş gurup içinde yer alıyorlar.

Buraya kadar bir durum tespiti yaptık. Olabildiği kadar objektif olmaya, görünenleri aktarmaya çalıştık.

Üç bölüme ayırdığımız ve 18. yy. sonrasını üçüncü bölüm olarak ele aldığımız zaman dilimi içinde bir çok müslüman ülkede 4. Gurup hariç diğerleri bir arada bulunabiliyor.

Bu tespitleri dikkate alarak değerlendirmelerimize devam edelim.

Buraya kadar ortaya çıkan tabloya yukarıda İslam’ı yorumlama ve yaşama konusuda ayrılan guruplar açısından bir bakış yapacağız.

(Biz bu noktada merceklerimizi Türkiye üzerine tutarak konumuza devam edeceğiz. Bu arada yönetim şekli Türkiye’ye benziyen ülkelerinde tahlilini yapmış olacağız.)

Türk halkının % 99’u müslüman görünmesine rağmen bir İslam Devleti isteğinde çok farklı görüşler ortaya çıkıyor.

Türkiye ve bazı müslüman ülkelerde halkın müslüman olmasına rağmen yönetim şekilleri İslamî değil. Yönetim şekli olarak Cumhuriyet, demorasi ve laiklik bileşimi bir model.

Türkiye’de halkın % 99’unun müslüman etiketi taşımasına rağmen, müslümanlığı yorumlamada halk arasında büyük farklılıklar var.

Bu farklılıkların uçlarında yer alanlarda maalesef son yıllarda birlikte yaşamakta zorlanıyorlar, güvensizlik arasıra dekora rengini verecek kadar koyulaşıyor.

Günümüz Türkiye’sindeki manzara İslam’ın bütün kurum ve kuruluşları ile işlediği ikinci bölümden çok farklı.

Farklı duygu, düşünce, fikir ve hayat tarzındaki insanlar bir ülke sınırları içinde yaşıyorlar. Bu farklılıklar içinde bir gurubun diğerine tahakküm arzusu büyük rahatsızlık veriyor. Aslında bütün guruplar genellikle medya önünde aynı çatı altında bir birini kabul ederek karşılıklı saygı ve sevgi içinde yaşamak istediklerini söylüyorlar ama kimi zaman kapalı kapılar ardında ve bazen önünde konuşulanların dışarı sızması taraflar arasında gerginlik ve güvensizlik meydana getiriyor.

Bu görüntüye beşinci gurup (laik) tarafından baktığımızda şunlar görülüyor.

Bu guruba göre 1. 2. ve 3. Guruptaki müslümanların niyetleri söyledikleri gibi değil. Geçmişin arzusu ile yanıp tutuşuyorlar, fırsat buldukları zaman geçmişi bugün inşa etmek için her türlü yolu deneyecekler. Onlara göre bu guruplar İran’da olduğu gibi kadınların zorla örtündüğü, Arabistan’da olduğu gibi insanların namaza zorlandığı bir rejim kurmak istiyorlar.

Öyleyse ne yapalım sorusuna, “elimizde mevcut olan demokrasi ve laiklik gibi değerleri bütün bütün kaybetmemek için -o değerlere rağmen- onların üzerinde baskı yapalım, onların yollarını daraltalım” diyorlar.

Bu arada birinci gurup beşinci guruba karşı ne kadar ılımlı yaklaşsada, onların değerlerine karşı olmadıklarını her vesile ile vurgulasada ikici ve üçüncü gurubun çıkışları onlarıda zan altında bırakıyor. Diğerleri için alınan önlemler onlarında hareket alanını daraltıyor.

Bu manzaraya İkinci ve üçüncü gurup (Siyasal İslamcı ve ehl-i tarik) açısından baktığımızda görünenler.

Bu guruplar kararsızlık ve şaşkınlık içinde neyi ne zaman yapacakalarını tam olarak bilemediklerinden içinde bulundukları toplumun diğer unsurlarına güven veremiyorlar.

Bu durum dinden ve dinin geçmişteki uygulamalarıdan kaynaklanıyor. 1200 yıl boyunca başka bir alternatifi düşünülmeyen ve düşünülmesi günah sayılan devlet-İslam ve hakimiyet birlikteliği, bugünkü müslümanların arayışlarını İslam Devleti noktasında düğümlüyor.

Böyle bir arayışı bugün ara-ma-mak, Kuran’ın bir kısmını yaşa-ma-mak olarak yorumlanıyor.

Bu guruplar tarafından ülkelerinin idarecilerinin din karşısında duyarsızlılığı ülkelerinin elden gittiği ve daru-l harp olduğu şeklinde yorumlanıyor. Bu yorumlar sessiz ve gizli yapılmanın yanında günümüzde yayınlanan İslamî eserlerde umuma açık bir şekilde yer alıyor.

Bir takım kaynaklar günüzümde hala İslam Devletini kurmanın bütün müslümanlara farz olduğunu söylüyor.

Aşağıda olduğu gibi:

“Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı hâkim kılmak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır. Çünkü müslümanların İslâm devletini kurmaları, toprakları İslâmîleştirmeleri, zâlim ve kâfir yöneticilerle mücadele etmeleri, yeryüzünde fitne ve zulüm kalmayıncaya kadar gayret sarfetmeleri farz-ı ayndır. (Ahmed AĞIRAKÇA. Şamil İslam Ansiklöpedisi)”

Evet bu ikinci ve üçüncü guruplar İslam Devleti kurmayı namaz kılmak oruç tutmak gibi farzlar arasında ele alıyorlar hatta bu tür ibadetlerin daha sağlıklı yapılması için onu olmassa olmaz şartlar arasında ele alıyorlar. Bu niyetlerini açağa vurmanın önlerinin kesilmesi sonucu vereceğini bildikleri için olabildiği kadar gizli tutmaya çalışıyorlar. Ama bu gizli tutmada kendi içlerinde anlaşmazlığa düşüyorlar. Daha fazla gizlilik korkaklık ve münafıklık olarak algılanıyor.

Gizli tutma konusunda bu guruplar içinde bir bütünlük olmayışı niyetin çeşitli şekillerde ortaya çıkışı, bu gurubun kendi içinde yaşadığı en büyük problem.

Birinci guruba (ılımlı ve sistemle barışık) gelince

Yukarıda anlattığımız ölçüler içinde tavırlar sergilerken ikinci ve üçüncü gurubun tavırları yüzünden, kimi zaman beşinci gurubun engellerine takılıyorlar. Ama her şeye rağmen izledikleri rotayı değiştirmemede ısrar ediyorlar.

Bunu yaparken çok rahat değiller, beşinci gurubun engellemelerinden bunlarda nasipleri alıyor. Ülkede tansiyon yükselmesinde geri adım da atıyorlar. Ama dengeler öyle hassaski, bu durumda birinci gurup geri adım atmakla ikinci ve üçüncü gurubun tabanları tarafından sistemin uşağı olarak adlandırılıma endişesi yaşarken, geri adım atmamaklada beşinci gurup tarafından düzeni temelden değiştirmek isteyenler arasında görülme endişesi taşıyor.

İşte ülkenin fotografı bu. Aslında bu fotograf diğer İslam ülkeleriyle büyük benzerlik gösteriyor. Sadece renk tonlarında ayrılık var. Cezayir bu fotografın yanında oldukça koyu dururken, Mısır’ın renk tonları biraz daha az koyu duruyor. Diğer ülkeleri bu ölçülere göre kıyaslayabiliriz.

Şimdi bu manzara karşısında bazı soruları soralım:

Böyle gerilimli bir ortamın devamı kime ne kazandırır?

Bu işten kim karlı çıkar? Bu işinin kazananı olur mu?

Kısa ve uzun vadede bu gidişâttan kimsenin karlı çıkmayacağı kesin.

Bir an önce bu tansiyonun düşürülmesi gerekiyor. Tansiyonun düşmemesi karşısında bu durumun heriki gurubunda mefaatlerine ters düşeceğini düşünüyorum.

Beşinci gurup açısından gerilimin düşmemesi çok sevdiği dünyadaki huzuruna süikast olacaktır. Heran yarın birilerinin bugünkü değerlerini değiştirme korku ve endişesiyle yaşamak onların huzurunu kaçırır.

Böyle bir ortamın heran patlayacak bombanın yanında yatıp kalkmaktan farkı yok.

Bu noktada beşinci gurubun gerilimi düşürücü her türlü adımı atması gerekir. Her türlü düşünce ve inanç sahiplerinin birlikte yaşayabileceği bir ortam herkesin huzur duymasına ve kazanmasına kapı aralayacaktır.

-Bazı siyasi partiler ve yazarlar açıkça söylemeli bir İslam Devleti isteyip istemediklerini.

İkinci ve üçüncü gurupta artık niyetini açık ortaya koymalı. Eğer niyetin açık ortaya konması “Ben İslam Devleti istiyorumsa” bu farklı görüşte olup birlikte yaşayan insanların kabul edeceği bir istek değildir. Bunda ısrar ülke şartlarını ağırlaştıracaktır. Mevcut inanç özgürlüklerini bile daraltacaktır.

Bu guruplar (2. ve 3.) oturup şunu düşünmeli: Biz hak istedikçe haklarımızı kaybediyorsak, daha fazla özgürlük derken, elimizdekilerde alınıyorsa, hergeçen gün hedefe ulaşmak yerine hedef bizlerden veya bizler hedeften uzaklaşıyorsak vs...

Bu guruplar inandıkları değerlere saygının gereği olarak tavırlarını bir kere daha gözden geçirmeleri gerekiyor.

Çünkü bu noktada daha fazla ileri giderek, “Hayır ben başımda Halifenin olacağı, anayasasının Kuran olduğu bir devlet istiyoruz, bunun uğrunda gerekirse savaşırız ve ölürüz” diyorlarsa, bu ne kadar inandıkları değerlere hizmet olur bunu gözden geçirmeleri gerekir.

En kötüsünü -olmaması için binler amin diyerek- bir düşünelim. (ikinci ve üçüncü guruba) Siz İslam devleti için sokağa döküldünüz, karşınızdakiler kim olacak, bu savaştan galip çıkacak mısınız, savaş ne kadar sürecek, müslüman olduğunu söyleyenlerin kanları üzerine kurulacak bir İslam devletinin temeleri ne kadar sağlam yere basacak. Böyle bir iç savaş o ülkeye neler kazandıracak/kaybettirecek. Bir de İslam’ı temsil yönünde dünya gündeminde böyle bir ülkenin imajı nasıl olacak, böyle bir ülke bu haliyle İslam için ne kadar çekici olacak?

Bu soruların cevaplarını düşünmek dahi istemiyorum. Ama bu sürtüşmenin devamında bu soruların cevaplarını yaşayarak görmekten de tir tir titriyorum.

Bu noktada “ne yapılması gerekir” sorusunu sorduğunuzu duyar gibi oluyorum.

Aslında bu endişleri sadece ben yaşamıyorum, bu düşünce her laik ve anti laik insanın aklından geçiyor.

Bu noktada çözüm adına bir şeyler demeye çalışacağız.

Kuran’ın açıktan şekli belirlenmiş, tüzel kişiliği öneç çıkan bir devlet talebi yok. Fakat Kuran yeryüzünde Allah’ın hükümleri ile hükmedilmesini ve toplumsal alanda uygulanmasını istiyor. Kuran böyle bir uygulama için her hangi bir araç önerisinde bulunmuyor. Ama Müslümanlar böyle bir amaca devlet aracı ile daha iyi gideceklerini düşündükleri için ısrarla onu istiyorlar.

Biz böyle bir ısrarın yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Yakın ve Uzak planda yeryüzü dengelerinin bir İslamî Devlete müsâit olmadığına ve bunun yanında günümüz müslümanlarınında böyle bir şeye hiç mi hiç hazır olmadığına inanıyoruz.

Gümüzde İslam Devletinde ısrarının yanlış olduğunu düşünüyorum.

Böyle düşünmemizin sebepleri.

Dünya müslümanları böyle bir şeye hazır değil, yakın zamanda da hazır olacak gibi görünmüyorlar.

Yeryüzünde bir İslam devleti için en büyük engel, yine müslümanların kendileri. Bu noktadaki tespitlerime geçmeden önce bu konuyla alakalı Durmuş Hocaoğlu’nun bir makalesinden özet olarak sunmak istiyorum.

“En mükemmel din çok geri insanlarin elinde!

Müslüman Dünya, Islam'a yakismamakta. O'na yazik etmektedir. Çünkü, dünyanin en mükemmel dini dünyanin en mükemmel insanlarinin elinde bulunmasi icap ederken -haydi en geri demeyelim ama- çok geri insanlarinin elinde bulunmaktadir." Müslümanligin Paradoksu: En mükemmel din çok geri insanlarin elinde!

...Vurgulayarak belirtmek istedigim husus sudur: "Islam Dini" -ki ben bunu "Numenal Islam" tabir etmekteyim- ile onun yasanan sekli olarak tanimlanabilecek olan "Müslümanlik(lar)" -buna da "Fenomenal Islam(lar) tabir etmekteyim- arasinda çok büyük bir açi ve farklilasma mevcuttur.

Müslüman olmaktan gurur duyan, dinini ciddiye alan bilinçli bir Müslüman olarak bu vaziyetten olagan-üstü bir rahatsizlik ve izdirap duymaktayim; izdirabim adeta somutlasiyor ve bedenimi yakiyor. Çünkü, öncelikle kabul edilmelidir ki, Islam Dini (Numenal Islam) degil ama Yasanan (Fenomenal) Islam(lar), veya Müslümanlik(lar), Bati'nin meydan okumasina cevap verememis oldugu için, tarih çapinda büyük bir medeniyet savasini kaybetmistir, magluptur ve her maglubiyet gibi onun da faturasi çok agirdir.

Şimdi: Islam Dünyasi (veya daha sahih bir tabirle: Müslüman Dünya) yeterince bilinçli olmanin çok ötesindedir; "kritik" nedir habersizdir; her kazancini kendi hanesine, her kaybini baskasinin hanesine fatura etmektedir.

Müslüman Dünya -söylemekten hazer ediyorum- fevkalhad cahildir, öyle ki, "Bilgi"ye, "Bizatihi Bilgi"ye itibar etmemekte, hatta ona ihtiyaç duymaz, bilgisiz bir hayatin da pekala mümkün ve belki de dahasi ve en dehset vericisi, müreccah oldugunu düsünüyor gibi bir görüntü vermektedir; nitekim, fen, teknik, sosyal bilim alanlarinin hemen-hemen hiçbirisinde Müslümanlarin adi yoktur; üzerinde Müslümanlarin patentini, markasini, imzasini tasiyan ciddi bir zihin (ve emek) ürünü bulmak imkansiz gibidir. Islami bilimlerin birçogunda da vaziyetin pek parlak olmadigini hatirlatmak gerektir. Müslüman Dünya, iyi düsünebilmekte degildir. Omuzlarin üstünde duran 'kafa'nin çiçek saksisi degil Yaratan tarafindan düsünmek için bahsedilmis en kiymetli ve essiz bir cihaz oldugu, Yer'in ve Gökler'in haliki ve sahibi olan Allah'in Kutsal Kitap'ta 800'den fazla yerde düsünmeyi hatirlattigi, hatta emrettigi unutularak akletme, düsünme reddedilmektedir.

Hemen-hemen bütün Müslüman ülkeler iktisaden geridir, bazilari fukaraligin en alt düzeyindedir. Bütün Müslüman Dünya'nin ekonomik üretiminin tamami mesela bir Almanya'nin topuklarina çikamamaktadir. Bir kisimlari zengindir; ama bunun da menbai artik git-gide degeri düsen Tanri vergisi Petrol'den baskasi degildir; Bati'nin zenginliginin arkasinda emek, üretim, bilgi, zeka, Matematik, Fizik, Kant, Gauss, Newton, Einstein ilh.. yatarken, emek ve zeka ürünü, üretim sonucu olmayan bu zenginlik ise dünkü deve çobanlarini mide bulandiran görgüsüzce bir israfa sürüklemekten baska bir sonuç vermemektedir.

Hemen-hemen bütün Müslüman ülkeler, anti-demokratiktir ve zulüm idarelerinin pençesindedir. Müslümanlar, bu en güzel dinin, bu özgürlükler dininin müminleri, kendi ülkelerinde siyasi erk konusunda söz sahibi degildirler; hepsinin tepesinde su veya bu sekilde despotlar, tiranlar, hanedanlar, oligarsiler bulunmakta ve insanlarini adeta kendilerine secde ettirmektedirler. Islam dünyasinda Saddam tek degildir, neredeyse her müslüman ülkede birer özel Saddam veya Saddamlar vardir; öyle ki, Islam dünyasindaki rejimin genel adinin "Saddamokrasi" olarak patent altina alinmasi dahi kabildir. Fakat belki de en vahimi, Müslümanlarin kahir ekseriyetinin bu hali mesrulastirmis olmasidir; bu, Islam dünyasinda "özgürlük bilinci"nin çok alt düzeylerde olmasindan baska bir anlam tasimaz. Yani söyle de diyebiliriz: Müslümanlarin özgürlüksüzlügü 'hariçte' olmaktan ziyade 'dahilde', zihinlerin içinde baslamaktadir.

Bütün bunlarin neticesi olarak, hemen-hemen bütün Müslüman ülkeler, siyaseten güdümlüdür ve hiçbirisinin -bölgesel entrikalar haricinde- dünyada dikkatle kaale alinmasi zaruri olan, dünya çapinda bir agirligi, itibari ve ciddiyeti yoktur.

Müslümanlar hiç düsünmemektedirler ki, diger insanlar, Islam dini hakkindaki hükümlerini, bütün komplekslerinden arinmis olarak, safi platonik hakimane bir hakikat arastirmaciligi ile tetkik ederek vermekte degildirler; Dünyada kaç gayri müslim böylesine yürekli ve zahmetli bir cehdi göze almakta ve vardigi neticeleri de dürüstçe itiraf edebilmektedir. Hayir! Dünya, "Islam" hakkindaki hükmünü "bizlerden gördükleri" ile vermektedir. Yani bizler nasil bir manzara resmetmekte isek, diger tabirle Müslüman Dünya'nin müslümanligi ne ise, Dünya onu görmekte, onu bilmekte ve gördügü bu "Müslümanlik"i asil "Islam" olarak algilamaktadir. Daha açik bir ifadeyle: Müslüman ne hal üzre ise, dünyanin gözündeki "Islam" da odur.

Halbuki, Müslümanligin manzarasi hiç de iç açici degildir. Müslümanlar, bütün dünyada çok kötü bir Islam manzarasi resmetmekte, çok kötü bir Islam tanitimi yapmaktadirlar. Müslüman Dünya, iyi hal üzre bulunmamaktadir, o sebeple de Islam'i temsil etmeye tam olarak ehil degildir.

Hasili: Müslüman Dünya, Islam'a yakismamakta, O'na yazik etmektedir. Çünkü, dünyanin en mükemmel dini dünyanin en mükemmel insanlarinin elinde bulunmasi icap ederken -haydi en geri demeyelim ama- çok geri insanlarinin elinde bulunmaktadir. Bu hal, "Müslümanligin Paradoksu"dur.

Bu mudur adi güzel kendi güzel Muhammed'in -salat ve selam O'na olsun- ümmeti!

Müslüman Dünya, kendisinden utanmiyorsa Allah'tan ve Resulünden utanmali, Islam'a yakismanin, ona layik olmanin yollarini kesfetmelidir.

Ilk teklif benden.

Geliniz önce su aksiyomu kabul edelim: "Kisinin basina ne gelirse hepsi kendi eseridir."

Sonra da su tesbiti reddetmeyelim: "Islam'a yakismiyoruz."

Ve su suale kemali ciddiyetle cevap arayalim: "Nerede hata yaptik ve yapmaya devam ediyoruz?"

NOT: Buradaki tenkidin muhatabinin, içinde çok degerli birey Müslümanlarin bulunmasina ragmen bütünü tedvir ve temsil etmesi mümkün olmayan genel Müslüman Dünya olduguna dikkat edilmesi hassaten rica olunur."

Ne olmuş nerede yanlış yapılmış da müslümanlar güzel dinlerinin önünde en büyük engel haline gelmişlerdir.

Müslüman aydınlar, önderler, mücahitler, şeyhler, mollalar ve onların müntesipleri (büyük bölümü itibarıyla) yıkılmaya yüztutmuş ve harabe haline gelmiş bir evin onarımına her şeyi sağlamışcasına çatıdan başladılar. Evin temelleri, temeller üzerindeki duvarları ve evin olmazsa olmaz lazımları sanki iyimiş, elden geçmesine gerek yokmuşcasına gözardı edildi, gözler çatıya çevrildi.

Çatı devletti, o oldumu her şey olacak, onu ele geçirdimi her dert deva bulacaktı. Yazılan kitaplar bunun üzerine yazıldı. Olmayan İslam ekonomisi ve iktisatı adına ahkamlar kesildi. Fetvalar verildi, cihat bildirileri yayınlandı. Açıktan ayaklanma yapanlar oldu, örgütler kuruldu, intikam tugayları oluşturuldu, uçaklar kaçırıldı, bombalar patlatıldı, gerektikçe suikaslar yapıldı. Evet bütün bunlar yapıldı, ve kısmen hala yapılmaya devam ediyor.

Ama hala ortada İslam’a yakışır ve bakanları imrendirir bir İslam Devleti yok.

Baktılar şiddetle terörle olmuyor. Tağut dedikleri, tekfir ettikleri düzenleri tanır göründüler, onu kanunlarını çerçevesinde siyasi partiler kurdular, meclise girip yeminler ettiler, beşeri sistemin temel değerlerine dokunmayacaklarına dair...

Ama o da olmadı, yaklaştık zannettikçe uzaklaştılar. Ve hala da uzaklaşıyorlar.

Nerede yanlış yapıldı sorusunun cevabını şimdi daha net verebiliriz.

Bütün bunları yapmakla yanlış yapıldı.

Eğer bunlar yapılması gereken doğrular olsaydı, ortada doğru sonuçlar olurdu. Az emek sarfedilmedi, az mürekkep tüketilmedi, az kan akıtılmada, az gözyaşı dökülmedi.. ama yine de olmadı.

Yeryüzünün bir yeri hala cennet (İslam Devleti) olmadı, bakanların gözü kamaşmıyor, nehirlerin denizlere koştuğu gibi, koşarkende çoştuğu gibi insanlar o cennete koşmuyorlar.

-Büyük ölçüde İslam cemaatler ve liderleri yanlış yol ve yöntem izlediler.

Öyleyse nerede yanlış yapıldı sorusunun cevabı,

“bütün şimdiye kadar yapılanları yapmakla” yanlış yapıldı olacak.

Bu tespitimize karşı çıkanların olacağını biliyoruz. Bazı emekli mücahitler ve hala aktif olanları şiddetli tepki gösterecekler. Bizi pasif olmakla, korkak olmakla, düzenin uşağı olmakla itham edecekler. Biz de onlara yaptıklarının sonucunu göstereceğiz.

İşte sonuç: “Hasili: Müslüman Dünya, Islam'a yakismamakta, O'na yazik etmektedir. Çünkü, dünyanin en mükemmel dini dünyanin en mükemmel insanlarinin elinde bulunmasi icap ederken -haydi en geri demeyelim ama- çok geri insanlarinin elinde bulunmaktadir (D. Hocaoğlu)”

Onlar bu sonuca itiraz edecek. Hayır bugörüntünün sorumlusu biz değil deyip her zamanki adresi gösterecekler, batı ve batının içimizdeki uşakları diyecekler.

Biz de diyeceğiz, Neden o uşaklar galip oldu da siz malup oldunuz. Yoksa siz onlardan size yardım etmelerini, her girişiminize destek vermelerini, her İslam’a davet ettiğinizde, lebbeyk demelerini mi bekliyordunuz?

Böyle olacağını baştan bilmeniz gerekiyordu, güçler dengesinin olmadığını, güreş için her çıktığınızda tuş olarak mağlup olacağınızı bilmeliydiniz, yine bilmeliydiniz ki; size ümit bağlayanlar vardı, sizin arkanızda “safça” saf tutanlar vardı. Her malubiyette saf değiştirme zilletini yaşayanlar vardı.

Ama siz hala malubiyetler karşısında “olsun” dediniz, “Biz bu dava uğrunda ölürüz, böyle küfür düzeni altında yaşamaktansa, ölmek bin defa iyidir” dediniz.

“Kuran rehberimiz, Hz Muhammed s. önderimiz dediniz” Soruyorum size, bu olumsuz manzaranın, gidildiği halde bir arpa boyu yol alamayan davaların, yerinde sayanların, yolda dökülüp kalanların, galiplerin alay konusu olanların böyle olmalarının faturaları kime çıkacak. Bu fatura o mukaddes, mualla ve muazzez rehbere (Hz. Kuran’a) ve öndere (Hz. Muhammed’e s.) çıkamaz ve onlara kesinlikle yakışmazda. Aslında gelinen sonucun kötülüğü ve çirkinliğiyle rehber ve önderin güzelliği bize bir şeyi gösteriyor. Demek ki gerçekte rehber ve önder onlar değildi. Demek ki önder ve rehber, sonuçla yakın benzerliği olan kin, nefret, öfke ile dolu olan, hareketlerinde akıldan çok hisleri öne çıkaran, yarını düşünmeden adım atan ve konuşan, strateji ve siyaset üretmekten mahrum olan kimselerdir.

-Eğer Kuran ve Hz. Muhammed önder olsaydı, sonuç böyle olmazdı.

Bugünkü olumsuz sonucun başında duranlar, hala rehber ve önderlerinin Kuran ve Hz. Muhammed olduğunu söylerlerse, yaptıkları ilk yanlıştan daha büyük bir yanlış yaparlar.

Siz bu yanlışları yaparken çıkmaz sokakta direnmenin şu sonuçlarını düşünmediniz. Oluşturduğunuz olumsuz atmosferle, içte ve dışta insanlar İslam hakkında ne düşünür demediniz. Şunlar aklınıza gelmedi.

Düşünmediniz ki: “....Dünya, "Islam" hakkindaki hükmünü "bizlerden gördükleri" ile vermektedir. Yani bizler nasil bir manzara resmetmekte isek, diger tabirle Müslüman Dünya'nin müslümanligi ne ise, Dünya onu görmekte, onu bilmekte ve gördügü bu "Müslümanlik"i asil "Islam" olarak algilamaktadir. Daha açik bir ifadeyle: Müslüman ne hal üzre ise, dünyanin gözündeki "Islam" da odur.(D. Hocaoğlu)”

Evet yanlış, yanlış yerde arandı. Suçlu ve hata yanlışı yapanların dışında arandı.

Biz bu ifadelerimizle kimseyi itham altında bırakmak istemiyoruz. Bir durum tesbitini size aktardık.

Bundan sonraki tespitlerimizi ikiye ayıracak ve biri üzerinde devam edeceğiz.

Halkı müslüman olan ülkeler ikiye ayrılıyor.

Birisi, halkı müslüman olan, anayasası İslam olduğu ve ülkenin başında da İslamî nizamı esas alan idarecilerin olduğu söylenen ülkeler.

İkinci gurup ise halkı müslüman olmasına rağmen, anayasası İslam olmayan, İslam’ın emirleri dışında, İnsanlar tarafından geliştirilen ve kanunları insanlar tarafından konulan sistemlerdir. Laik, demokrat Cumhuriyetler gibi.

Birinci gurup ülkeler için şu kısa değerlendirmeyi yapacağız. Bir kere yeryüzünde İslam Devleti diye bir devlet yok. Var olduğu söylenenler monarşik idarelerdir. Büyük bölümü İslam adına iyi bir örnek değildir. İslam dinine hizmet eden yanlarından daha çok engel olan yanları ile dünya kamuoyunda bilinmekte ve tanımaktadırlar. Hemen hemen tamamının ciddi biçimde iç problemleri var. Gelir dağılımındaki uçurumlar, fikir ve düşünce özgürlüğünün önüne konan engeller, düşük ekonomik göstergeler, yüksek enflasyon, işsizlik ve açlık en büyük problemleri.

Bu ülkelerin sorunları ve çözümleri ayrı bir çalışma konusu olacak kadar geniş. O nedenle biz değerlendirmelerimizde içinde yaşadığımız ikinci gurup üzerine devam edeceğiz.

Günümüz insanları düne göre daha çok hak ve özgürlüklerden yana.

Bu değerlendirmeleri sağlıklı bir zeminde yapmak için bu ülkelerin halkları üzerinde bir tespit yapalım.

Artık dünya halkları gidererek kozmopolit ve heterojen görüntüler vermeye başlıyorlar. 18. yy. öncesi dünya genelinde ve bugünde diktatörlerin, kralların ve baskıcı rejimlerin olduğu ülkelerde en temel ve tipik özellik; İnsanların aynı renkte düşünmelerleri veya düşünmeye zorlanmalarıdır. İnsanlar iki seçenek arasında kalıyorlardı, ya rejim yanlısı olacak ya da karşıtı olacaklardı. Ama günümüz dünyasınıda öyle değil. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü dünyada reytingi yükselen değerlerden. Artık dünyanın her yerinde duyulan ve hissedilen ortak bir söylem haline geldi. En mutassıp milletlerden, çok gelenekçi olan Japonya ve baskıcı olan Çin ve Rusya gibi ülkeler bile bu etkinin dışında kalamıyorlar.

Özellikle demokrasinin kurum ve kuruluşları ile oturduğu ve işlediği ülkelerde, artık düşünceler çok renkli bir hale geldi. Dünyadaki her akım böyle ülkelerde kendini duyurabiliyor ve kısa zamanda azda olsa bir kısım insanları etkisi altına altına alıyor.

İslam ülkelerindeki bir çok idareji ve cemaatlerin kanaat önderleri bu hadiseye direnseler bile o ülkelerin halklarında da bu istikamete yönelişin önünü kimse alamıyor. Gümümüz dünyasında halklar, tek renk olmaktan çok, farklı tonlarda ayrı renkler olmaya gidiyor. Bir ülke sınırlarını içinde farklı düşüncede insanlar bir arada yaşayabiliyor. En mutaassıp milletler bile dünyanın gittiği bu istikametin çekim gücü dışında kalamıyorlar. Artık halklar tek tip düşünce ve fikir sahibi değiller ve tek tip ve tek ölçüde fikir ve düşünce elbisesi giymek istemiyorlar.

Görüntüsü böyle olan halka, günümüz dünyasından bin yıl önce kesilmiş biçilmiş şeyleri, bugünün şartlarını dikkate almadan ve uyarlamadan, o şartları yok sayarak mecburen giydirmeye çalışmak. Maksadına ters iş yapmaktan başka bir şey değildir.

Din gibi evrensel ve zaman üstü bir değeri, bütün zamanlarda değişmeyen ve değişen yanlarını belirlemeden bundan bin yıl önceki zihin, çevre, kültür, gelenek ve sosyal yapı gibi hareketli ve değişen bir dekora göre gelişmiş din ve dünya anlayışını hiç bir tashih yapmadan bugüne getirmek, dine yapılacak en büyük kötülüktür. ...ve bir kısım insanlar tarafından yapılmıştır. ...ve hala yapılmaktadır.

-Kuran’ın devlet konusunda net bir tavrı olmayışı müslümanların arasında yaklaşım farklılığının en büyük sebebi.

Halk unsurunda ayrılıklar ve farklılıklar olsa bile aynılıklar da var.

Yukarıda saydığımız gurupların tabanı olan halk unsuru içinde ayrı görüşte ve gurupta olsalarda ortak paydaları olanlar var.

Bu ortak paydalar içinde en önemlileri gurupların aynı vatanda, aynı dinin mensubu olarak yaşamaları...

Aynı din çerçevesi içinde aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba inanıyorlar... aynı camilerde ibadet yapıyorlar, aynı kıbleye yöneliyorlar, aynı dönemde aynı mekana hac için gidiyorlar.

Ama bu guruplar bunca aynı değeri paylaşmalarına rağmen “İslamî devlet ve düzene” karşı aynı yaklaşımı sergilemiyorlar. Bunun en büyük sebebi Kuran’da devlet konusunda net bir tavır olmayışı, ikinci sebebi de, Yeryüzünde şu an örnek bir İslam devleti olmayışı.

İslamî bir düzeni isteyenlerin öne çıkardıkları modeller günümüz dünyasından değil. (Arabistan, İran, Libya ve Afganistan/Taliban gibi örnekleri kimse vermediği gibi, model olarakta kimse tasvip edip tavsiye etmiyor.)

Örnekler ve modeller daha çok asr-ı saadetten veriliyor. Şanlı Osmalı bütün yönleri ile mükemmel olmasada bir arzu olarak rüyaları süslüyor.

Dün teorisiyle pratiğiyle gözleri kamaştıran bir görüntü veren şanlı tarihten bugüne kalan pratik (Arabistan, İran, Libya ve Afganistan/Taliban gibi...) öyle çok mükemmel değildir. Çekici yönlerinden çok itici yönleri öne çıkıyor.

Durum böyle olunca İslamî bir sistem altında yaşamayan müslümanlar, başka bir sistem arayışına -İslamîde olsa- girmeyi, riski çok, geleceği muğlak bir macera olarak görüyorlar. Halkın önüne tarihteki gözkamaştıran örneklere denk alternatifler koymadıkça onları bu maceraya atılmadığı için tekfir etmek, tahkir etmek ve kınamak ne kadar doğru olur?

Biz böyle bir yaklaşımın hiç doğru olmayacağını düşünüyoruz.

Böylesine farklı düşünce ve beden elbiseleri olan bir halk tabanı üzerine aynı beden ve aynı tip elbiseyi giydirmeye çalışmak olmazla uğraşmaktan farksızdır.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi günümüz dünyasında toplumlar hızla tek tip olmaktan uzaklaşıyor. Dün aynı vatanda, aynı din, kültür ve tarih ortak paydalarında aynı ülkü ve ideallerle buluşan insanlar, günümüz dünyasında geçmişten gelen bunca aynılığa rağmen, ayrı düşünüyor, farklı dünya görüşlerine göre ayrı uçlarda yaşıyorlar.

Dünün devlet modellerinde muhalefet nedir bilinmezdi. Ya devlet yanlıları vardı, ya da karşıtlar/düşmanları. Çok seslilik ve sosyal devlet gibi mefhumlar çok gelişmiş değildi.

Bahsettiğimiz bu özellikler insan hak ve özgürlüklerini önem veren demokratik toplumların ortak özellikleri.

Bundan sonra çalışmamızı Türkiye özelinde sürdüreceğiz.

 

TÜRKİYE BİR İSLAM DEVLETİ OLABİLİR Mİ?

Türkiye; diğer gelişmiş ülkeler kadar olmasa bile demokrasi ve insan haklarının çok yankı ve taraftar bulduğu bir ülke. Yukarıda bahsettiğimiz gibi ülke 4 eylimin bir arada yaşadığı büyük bir ev görüntüsü veriyor. İnsanlar için din, inanma noktasında büyük ölçüde ortak payda olurken, nasıl inanma, ne kadar inanma konusunda farklı yorumlar ve anlayışlar karşımıza çıkıyor. Bir din çatısı altında devlet kurma fikri toplumun her kesiminden aynı ilgiyi görmüyor.

Rejim ve onun bekçisi olduğunu söyleyen ordudan böyle bir isteğe karşı en ufak bir kıpırdanmada sert tepkiler gösteriliyor. Şeriat rejimi istemeyiz deniliyor, devletin temel esaslarını din üzerine oturtmayız deniliyor. Bu konudaki isteklerini eylem sahasına taşıyanlara en ağır cezalar veriliyor. Ülke içinde irtica tehlikesi dıştaki düşmanlardan daha tehlikeli görünüyor. Ülke yaklaşık 80 yıldır bu görüntüyü veriyor. Bu görüntü üzerinde bazen şimşekler çakarken, genelde parçalı bulutlu oluyor. Bu bulutlar arasından güneş yüzünü şimdilerde (1998) hiç göstermiyor.

Ülkede Rejimin görüntüsü bu.

Bu görüntü halkada bir şekilde yansıyor. Toplum içinde her düşünceden insan bulmak mümkün. Sol partiler kendilerine taban bulurken, ılımlı ve radikal olarak kendilerini tanımlıyorlar, Sürekl sosyal devlet olma rüyaları görüyorlar ama bir türlü olmuyor.

Sağ partiler soldan daha fazla bir bölünmüşlük içinde, Merkez, merkezin sağı, merkezin solu gibi yer belirlemeleri yapıyorlar. İslamî parti ülkede yok gibi görünüyor. Birileri o yönde görüntü vermek isteyince rejim bekçisi tarafından bazen sarı bazen kırmızı kart kendisine gösteriliyor.

Sağın en sağında solun en solunda olan partilerde var. Bunlar marjinal varlıklarını büyüklere yama olmakla sürdürüyorlar. Neden var olduklarını sorgulamadan, herşeye rağmen var olmayı gaye yapmışcasına varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Etnik farkları öne çıkarmak isteyen partiler halk tarafından fazla yüz bulmuyor.

Halkın siyasal görüntüsüde böyle

-Türkiye ve benzeri ülkelerde İslam’a yapılacak en büyük hizmet bir İslam Devleti talebinde bulun-ma-maktır.

Böyle bir talep toplumun her kesiminden destek bulmayacaktır. Aksine engeller çıkacaktır. Türk halkı bu işe taraf olmayacak, rejimin asker ve sivil bekçileri rejimi koruma ve kollama vazifelerinin gereği olarak böyle bir şeye asla izin vermeyeceklerdir.

Bir gurup Müslümanın durumun böyle olmasına rağmen, öyle bir talebin arkasında olmaları, bütün yaptıkları çalışmalarda, yazdıkları kitaplarda gizli açık bu talebi seslendirmeleri, bu dönemi geçici ara dönem saymaları İslam’ın önünde en büyük engeldir.

Bu kimseler bu davranışları ile samimiyetlerini gölgeliyorlar, bugün yaptıkları hiç bir şey inandırıcı bulunmuyor. Gerçek niyetleri konusunda etrafındakilerin kuşkulandırıyorlar.

Onların bu tavır ve söylemleri karşısında düzeni korumak ve kollamakla görevli zinde güçler ve laik halk kesimi, yaşadıkları rejimin yarın ellerinden gideceklerini zannederek kuşku içinde yatıp kalkıyorlar. Onlara bu endişe verildikçe hareketler ve tavırlar bu endişeyi besledikçe elbette endişe sahipleri gerekli önlemleri alacaktır. Bu endişelerini gidermek için her türlü yola başvuracaklardır. Onlardan aksini beklemek saflık olur.

Laik kesimin durumunu şu misalle anlatabiliriz. Evinde hırsızla birlikte uyumaya çalışan insanın halini bir düşünün. Heran evinden herşey gideceği korkusuna kapılan bir insan rahat uyumaz. Her türlü önlemi alır, zor kullanır, gerekirse asker çağırır, can güvenliğininden endişe ederse silah bile kullanır.

Bir gurup müslüman aynı ülkede bu hırsız durumuna düşmemeli. Olmayacak hayallerin peşinde olmamalı.

En azından şöyle düşünmeli. Biz İslam Devleti adına yaptığımız her girişim sonuçsuz kaldı. Yıllardır aynı yol ve yöntemi deniyoruz. Daha fazla hakka sahip olalım dinimizi İslam devleti altında yaşayalım diyoruz ama olmuyor. Olmadığı gibi sahip olduğumuz haklarımız elimizden alınıyor, daha fazla özgürlük derken, var olanlarda alınıyor veya daralıyor.

Eğer Türkiye’deki İslamî cemaatler İslam Devletinde ısrar ederlerse ne olur?

Türkiye’de bir gurup İslamî cemaatler ve partiler şöyle düşünüyor; Kuran bize İslam Devletini emrediyor. Bugünün şartlarında bunu kurmak mümkün değil. Biz şimdilik böyle bir niyetimiz yokmuş gibi demokrasinin ve laikliğin bütün imkanlarını kullanalım, sistem içinde güçlenelim, güç odağı haline gelelim. Sonra amaca yönelik işlerimizi daha iyi yaparız. Bu arada da arkamıza aldığımız halk içinde sabırsız olanları tatmin için fırsat bulduğumuz beldelerde, içki satan yerleri kapatır, genelevlere kilit vururuz. “Taksime Meydanına” cami yaparız, Çankaya’ya caminin ihtiyaç olduğun söyleriz. Bunu yapmakla İslam devleti ve niyeti ile arkamızda olanların desteğinide hep arkamıza tutarız.

Evet aynen böyle düşünüyorlardı. Ne zamana kadar? Rejimin bekçileri önlerini kesene kadar, kendilerine kırmızı kart gösterip saha kenarına koyana kadar.

Saha kenarına kondular ama, başka formalarla tekrar sahaya girdiler, bu sefer güya daha dikkatliler, rejimin hassas olduğu noktaları kaşımıyorlar. Onun hoşuna gidecek figur ve desenleri vitrinlerine koyuyorlar. Onun anma ve kutlama günlerinde en görünür yerlerde duruyorlar, güya inandırıcı olacaklar, güya önleri açılacak.

Hayır böyle olmayacak, büyüdükçe engeller büyüyecek, niyetlerini gizledikçe, kamuflaj yaptıkça üzerlerideki kuşkular daha da artacak. Ve artıyorda, sandıktan birinci parti olarak çıksalarda, bunun kabul edilmeyeceği rejimin sivil bekçileri tarafından gündeme getiriliyor.

Bu gurubun en büyük problemi Kuran’ı yanlış anlamaları, Onlara göre Kuran onlardan Devlet istiyor, yani Allah İslam Devleti kurun diye emrediyor. Bu guruplarda böyle bir emir yerine gelene kadar “cihat farz-ı ayn” diyorlar.

Bir tarafta Allah’ın emirleri, diğer tarafta rejimin bekçiler. Bu ikisi arasında sıkışıp kaldılar. Haşa İslam Devleti niyetlerini muhafaza etmekle Allah’ı idare (!) ediyorlar. Bir tafartanda görüntüyü rejimin istek ve arzularına uydurarak sistemi avutmaya çalışıyorlar.

Böyle bir görüntü içinde iki tarafa karşı samimi olmakta zorlanıyorlar. Önlerindeki engel, arkalarındaki takip hiç kalkmıyor.

Dinden vazgeçemiyorlar, ülkeyide terkedemiyorlar, silaha başvurmanından sonuçsuz olacağını, maksatlarının aksiyle sonuçlanacağını çok iyi biliyorlar.

Düne kadar Demokrasiye hiç sahip çıkmazken, bugün daha çok demokrasi ve insan hakları talebini onlar dile getiriyor. Kendilerine yapılan baskıların demokrasiye yakışmadığını söylüyorlar. Batılı ülkelerdeki uygulamaları örnek gösteriyorlar.

Buna karşı Rejimin sivil bekçilerinden şöyle bir cevap alıyorlar. Batılı ülkelerde Sistem partilerinin Dine dayalı bir devlet talepleri yok. Onların liderleri “kanlı mı olacak, kansız mı olacak” demiyorlar. Rejimi kuşkuya düşüren, endişeye sevkeden hiç bir hareketleri yok. Sizde onlar gibi olun size de kapılar açılsın.

...evet ülkede bazen açık sözlerle bazen kapalı ifadelerle bu düşünceler yaşanıyor, insanlar bunlarla meşgul oluyor.

Ülkede güvensizlik havası hakim. İslamî gurupların ifadeleri samimi bulunmuyor. Rejim, onlar samimi görünmeye çalıştıkça, kuşkularını daha da arttıryor. Bunun böyle gitmeyeceğini herkes biliyor.

-Türkiye’de Siyasal İslamcılarla rejimin resmi ve sivil taraftarlarının arasındaki gerginliğin artması ne gibi sonuçlar doğurabilir.

Peki böyle giderse ne olur. Olaya iki taraftan bakalım.

Önce şuurlu müslüman olduğunu söyleyen ikinci ve üçüncü gurup açısından olaya bakalım;

Şuurlu olduğunu, gerekirse İslam Devleti kurma yolunda öleceğin söyleyen müslümanlar. Baskılara dayanamaz, zillet içinde yaşamaktansa, izzetle ölmek daha iyi der ve silaha sarılırlarsa...O zaman şu soruların cevabının düşünülmesi lazım.

Peki kimleri öldürürler, ne kadar öldürürler, nereye kadar öldürürler?...

Peki böyle bir iş için halkın hepsini arkalarında bulurlar mı, arkalarında bulamadıklarına önlerindeki gibi mi davranırlar...

Peki diyelim ki; yıllar süren iç savaşlarda rejim bekçilerini ve yandaşlarını öldürdüler, yarısınıda esir ettiler, sonra ne olacak, anlı, şanlı, onurlu ve gururlu bir İslam devleti mi olacak? Hadi oldu, İran’dan, Afganistan’dan/Taliban’dan ve Arabistan’dan ne farkı olacak?

Peki böyle bir İslam ülkesi İslam’ı nekadar temsil edecek, dışardan bakanlar ah ne güzel ülke, ne huzurlu ülke deyip koşa koşa mı gelecekler, yoksa...

Rejim açısından olaya baktığımızda olay çok farklı değil.

Onlarda ülkenin yarısını assınlar ve kessinler, peki sonra ne olacak, bu işler ne kadar sürecek, hadi dıştan belli olanların işini bitirdiler, ya niyetleri içinde olanları ve içinde kalanları ne yapacaklar? Böyle bir ülke de nasıl huzur içinde olacaklar, geceleri ne kadar ve nasıl rahat uyuyacaklar?

Bunlar meçhuller, bunlar gibi yüzlerce meçhuller...

Evet ülke aydınları bunları düşünmeli ve bu ülkenin ve ülke halkının geleceği için uzlaşma yolları aranmalarıdır.

Artık bir şekilde samimi olarak şunlar söylenmelidir.

Şuurlu olduğu söyleyen müslümanlar ve onların kanaat önderleri hiç bir şekilde İslamî devlet ve düzen taleplerinin olmadığını, içinde bulundukları toplumla uzlaşma içinde yaşamak istediklerini, ülkedeki bütün farklı düşüncelere ve dünya görüşlerine eşit mesafede olan ve her türlü inanç ve düşünce özgürlüğününe izin veren ve onu koruyan ve kollayan bir devlet modelinden yana olduklarını deklere etmeliler.

Rejimin bekçileri de kendi huzur ve gelecekleri adına devletin temel esasların dini esaslara dayandırmak istemeyen, bunu açık veya gizli ifade etmeyen, bütün davranışlarında samimiyet olan bu insanların talebini dikkate almalı ve uygulamaya koymalıdır.

Tarafların sosyal uzlaşma mukavelesi etrafında uzlaşması oldukça zor görülüyor.

İki tarafında “sosyal uzlaşma mukavelesi” etrafında böyle söylem kullanmasında şu zorluklar olabilir.

Rejim açısından

Önce rejim ve onun asker-sivil bekçileri böyle bir sosyal uzlaşma mukavelesini kabul ederler mi?

Eğer gerçekten bu vatanda barış içinde yaşamak istiyorlarsa bunu yapmak zorundalar. Amaçları din düşmanlığı değilse, dine saygı duyuyorlar, inançlarını yerine getiren insanlara bir şey demiyorlarsa bu uzlaşma mukavelesini kabul etmelerinde bir sakınca olmaması gerek. Ama yinede kabul etmekte zorlanacaklar gibi görünüyor. Rejim ve bekçilerinin şimdi yaptıkları bekleyip karşı tarafın tavrını görmek. Ama beklerkende boş durmuyorlar. Dün marjinalken demokrasi vitrininde güzel duran, ama bir şekilde gözden kaçıp milyonlarca seçmen oyu ile iktidara yanaşan, rejim için tehlike olabilecek siyasal yapılanmaları kontrol altına alacak her türlü önlemi de alıyorlar. İşi şansa bırakmak bir kere daha bu durumu yaşamak istemiyorlar. O nedenle böyle bir sosyal mukaveleyi sıcak baksalar bile, hala yoğurdu üfleyerek yemekte kararlılar.

Zannediyorum bu gurubun karşısında gördüğü rejim için tehlikeli sayılan guruplar, bir kaç yıl kadar rejimi tehdit edecek onu kuşkulandıracak bir girişimde bulunmasalar, ülke normale döner.

İslam Devleti isteyen dindarlar açısından.

Asıl zorluk bu tarafta, Kuran üzerine bin yıldır yapılan yorumlarda hep öne çıkan şu oldu. İslam Devleti ümmet için farzdır. Ümmet bunun kurulması için her devir ve dönemde üzerine düşeni yapmalıdır. Bu yapılmadığında bütün müslümanlar mesul olur... Evet bu anlayış bütün fıkıh kitaplarında imamet bahsinin ele alındığı yerlerde geçiyor.

Bizde bu anlayışı doğru bulduğumuzu “Kuran’ın ve laikliğin doktiriner bazda bir birleriyle uyuşamadığını açıklamıştık.

İkinci ve üçüncü gurup (İslam devleti isyeyen gurup) böyle bir uyuşmazlık sonucunda İslam Devletinde ısrarlı olmanın anlamlı olup olmayacağı üzerinde düşünmeliler. Böyle bir istekte bulundukça ellerindeki haklarıda kaybettilerini görmeliler ve bu ülkede herkesin kendileri gibi düşünmediklerini, kendileri gibi yaşamak istemediklerini artık kabul etmeliler.

Aslında kabulde ediyorlar ama, bir türlü bunu açıklıyamıyorlar. Açıkladıkları zaman şunların cevabında zorlanacaklar.

Belki bir gurup onlara diyecek, siz “Kuran’ın bir parçasına inanıyor diğer parçasını yok mu sayıyorsunuz? Rejimden koktunuz ve taviz mi veriyorsunuz?” diyecekler. Bunun karşısında verecek cevapları olmayınca sukut etiyorlar “iki arada bir derede” ne yapacakalarını bilemiyorlar.

Ama bir şekilde bunu yapmaları gerekiyor.

Yoksa heryerde önleri tıkanacak, heryerde kendilerine zanlı gibi davranılacak. Yukarıda uzun uzun anlattığımız istenmeyen hadiselerin hayalleri hep zihinleri dolduracak.

İkinci ve üçüncü gurup (İslam devleti isyeyen gurup) artık günümüz dünyasının ve Türkiye’sinin bundan 1400 küsür yıl önce yeryüzünde kurulan ve 30 yıl kadar ömür süren orjinal İslam Devleti için müsait olmadığını kabul etmeli. Bunun uzak ve yakın vadede beşeri açıdan imkansıza yakın olduğunu artık görmeli.

Eğer bunu göremiyorsa şunu görmeli, izledikleri yol ve yöntem yanlış, güya bu yolla dindarlara daha fazla hak ve özgürlük elde edeceklerdi, güya ünüversite rektörleri başörtülü öğrencilere selam duracaklardı, güya ordudan subay atılmayacaktı... ama bunlar olmadı. Tam tersi oldu. Hatta bir gurup insan rejime daha bağlı hale geldiler, onu sorgulamak ve yenilemek gibi şeyleri düşünmeden onu kaybederiz endişesiyle dört elle sarılmaya başladılar. Onu yenileme, onu çağa uygun hale getirme artık düşünülmez oldu, ne olursa olsun o korunmalıydı. Sistemle özdeşleşmiş “şahsiyete” bağlılıklarını bir kere daha teyit ettiler. Onun “izinde” olduklarını her vesile ile dile getirdiler.

Bu neticeyi görüp şunu da kabul etmeliler artık; inandığı dinini, başka türlü düşünen ve yaşayan insanların olduğu bir çatı altında yaşadığını. Artık bir takım isteklerinde başkalarının ne düşüneceğini nasıl düşüneceğini ve nasıl tepki göstereceğini dikkate almalı.

Kendi din ve vicdan hürriyetinin arkasında olduğu gibi, başkalarında din(i anlama) ve vicdan hurriyetlerine saygı duymalı. Bunu ihlalin karşılıklı ihlallere neden olacağını, başkasının huzurunu kaçırmanın, kendi huzurunun kaçması sonucunu vereceğini baştan kabul etmeli ve yaşadığı ülkede ona göre davranmalı.

Bu açıklamalardan sonra şu sorulara cevap verilmesi gerektiğine inanıyorum.

Kuran böyle bir anlaşmaya ne diyecek?

Biz çalışmamızın bu bölümünde bu soruların cevaplar bulmaya çalışacağız.

- Kainatta her şey bir şeye araçtır. Devlet bir araçtır, hatta Kuran’ın kendiside araçtır.

Evet her şey araçsa, amaç nedir? “51-56. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Asıl amaç ona iyi bir kul olma, asıl amaç onun rızasını kazanmak, bu konuda her şey araç. Dünya araç, güneş araç, bahar araç, yaz araç... evet herşey araç. Amaç O cc.. Araçlar değerini Ondan alıyor. Sevilenler Ondan ötürü seviliyor.

Bu noktada Devlet bir araçtır. Ve olmazsa olmaz bir araç değildir. Bir çok araç gibi olursa daha iyi olur olan bir araçtır. Devlete olmazsa olmaz bir araç gözüyle bakmak, o olmazsa din olmaz demek, Kuran’ı anlamamaktır, dinin ruhunu kavramamaktır.

Nasıl su olmayınca teyemmüm yapıyorsun, nasıl helal yiyecek olmayınca haramda olsa ölmeyecek kadar yiyorsun, aynen öyle ideal olmayınca mevcutla iktifa mümkündür. Devlet bir çok ideal gibi bir idealdir ama şartlar onun olmasına engelse, devlet olayım derken eldeki imkanlar elden gidiyorsa, devlet olmaktansa eldekini korumak onunla yetinmek, aklın mantığın ve sağduyunun gereğidir.

Kuran her durumda şartlar ne kadarına izin veriyorsa o kadarını bizden istemiştir. “23-62. Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız....”“2-286. Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” daha fazlasını istemez. Şartlar neye müsaade ediyorsa gücün ne kadara yetiyorsa o kadar yapacak ve yaşayacaksın.

İçinde bulunduğu ülkede ülkenin bütün insanları aynı düşünmüyorsa, İslamî devlet düzenine karşı olanlar varsa ve bunlar böyle bir niyeti engelleme konusunda her türlü kararlılığı sergiliyorlarsa, o ülkede şartları dikkate almak gerekir. Böyle bir ülkede gerginliği artırmamak için, toplumsal barışı bozmamak için, demokratik yolları tıkamamak için, barış ve hoşgörü ortamında tebliğ ve temsil imkanını bütün bütün kaybetmemek için, o ülke müslümanlarının İslamî bir devlet taleplerinin olmadığını, isteklerinin sadece inançlarını özgürce yaşayabilecekleri bir ortam olduğunu açık ve samimi olarak ifade etmeleri gerekiyor. Başkaları nasıl yaşıyor, nasıl giyiniyor, nasıl düşünüyor onlara karışılmadığı gibi kendilerine de karışılmamasını istemek. Demokratik ülkeler için bunlar gayet normal isteklerdir. Bunların Türkiye’de anormal görülmesinin sebebi bu isteklerin sahiplerinin samimi olmamaları ve geçmişte bir çok sabıkalıları olmalarındandır.

Bize inanmıyorlar, bizi samimide olsak onların niyetleri kötü, kısır döngüsüne girmek yerine, inandırıcı olma sürecini şimdiden başlatmalı, niyetimizde samimi olduğumuzu göstermek için elimizden geleni yaptıktan sonra onlardan kuşku duyalım... evet biz, bize düşüne hemen başlayalım, çünkü bu iş bir hayli zaman alacak gibi...

PEYGAMBERLER S. İÇİNDE BULUNDUKLARI DURUMU DEĞİŞTİREREK İŞE BAŞLAMAK YERİNE, ŞATLARIN MÜSAADE ETTİĞİ NİSBETTE TEMSİL VE TEBLİĞ İŞİNİ YAPMIŞLARDIR.

Efendimiz s. ve geçmiş peygamberler içinde bulundukları şartları dikkate almışlardır. Biz Peygamberiz, arkamızda Allah’ın gücü ve yardımı var deyip sebepleri yok saymamışlardır.

Mesela Hz İbrahim, babası tek taraflı ilişkileri koparmadığı müddetçe Hz. İbrahim onunla diyalogunu sürdürmüştür. “19-46. (Babası:) Ey İbrahim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur!”

Babasının böyle demesine rağmen, Hz. İbrahim şiddet ve öfkeden yana tavır takınmamıştır ve şöyle demiştir.

“19-47. İbrahim: Selâm sana (esen kal) dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O bana karşı çok lütufkârdır.48. Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime dua etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.”

Hz. Musa’a ve kardeşi Hz. Harun’a Kuran şöyle hitap eder. “20-43. Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. 44. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.”

Kuran’a baktığımızda onun net bir devlet tavrının olmadığını ama çok net bir şekilde bütün zamanlarda tebliğ şartının olduğunu görürüz.

64-12. Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.

“36-16. (Elçiler) dediler ki: Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. 17. "Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah'ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir" dediler”

16-35. Ortak koşanlar dediler ki: "Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık." Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi!

5-67. Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.

Dikkat edilirse Kuran hiçbir Peygamberine git devlet kur!.. demiyor, ama hangi durumda olursan ol, git tebliğ yap diyor.

-Peygamberler değişik idare şekillerinin altında tebliğ vazifelerini yapmışlar.

“38-26. Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”

12-54. Kral dedi ki: Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca: Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin, dedi.

55. "Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim" dedi.

56. Ve böylece Yusuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.

38-35. Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunansın, dedi.

2-247. Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? dediler. "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi.

Bu ve benzeri bir çok ayetten anlaşılacağı gibi, Geçmiş Peygamberlerden kimi bir Kral’ın danışmanı oluyor, birisi hükümdarlık istiyor, bir diğer Peygamber Tâlût’un hükümdar olarak gönderildiğini söylüyor.

Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, Devlet ve yönetim yapılarının değişmesine rağmen Peygamber misyonun değişmediğidir. Peygamberler s. kim yönetimlerin içinde olarak, kimi başında olarak, kimi yanında danışman olarak misyonlarını eda etmişlerdir.

Önemli olan misyonun edasıdır. Yönetimin şekli değildir. Genelde Peygamberler içinde bulundukları şartlar kendilerini barış ve diyalog dışı yaklaşımlara itmedikçe kendileri o yaklaşımları benimsememişlerdir.

Bunun en net misali Peygamber Efendimiz’de s. görülür. Efendimiz s. Mekke müşriklerinin bütün baskı ve işkencelerine rağmen, sertlikten ve şiddetten yana tavır almadı. Efendimizin 13 yıllık Mekke dönemi boyunca çektikleri halkın malumudur.

Neden her şeye rağmen sabır yolu işlendi. İnsanlar sıkıntı çekiyor, acı çekiyor kendilerine bunları yapanlara karşılık vermek istiyorlardı ama gelen vahiy tamamen sabır yüklü geliyordu. Aslında bununla geleceğe bir ders veriliyordu;

Karma toplumlarda yaşama dersi, değişik bir sistemde, farklı düşünenlerle aynı topraklarda yaşama, böyle bir birliktelikte karşı taraf insan haklarına tecavüz etse bile onlar yaptıkları cinsinden muamele etmeme bu dersin en önemli konusu. Efendimiz şiddete şiddetle karşılık vermeyerek sürekli tebliğ yolunu açık bırakmak istiyordu. Hattta o gün yazılı olmayan Arap anayasındanki “Eman” maddesini işletiyordu. Yani bir müşriğin himayesine girerek dininin anlatıyordu. (Bu konuda daha fazla bilgi için buraya tık...) Efendimiz’in o günün şartlarında takip ettiği hizmet metodunu göstermesi açısından şu ayet ilginçtir. “109-6. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” Bir başka ayet o günün metodunu yansıtmada çok önemlidir. “6-108. Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.”

Aynı Efendimiz s. bir çok maddesi zillet olmakla birlikte savaş zemininden barış zeminine geçmek, kılıçların diliyle değilde, fikrin diliyle mücadele etmek için herşeye rağmen Hudeybiye anlaşmasını imzalamıştır. (Bu anlaşmanın detayı için buraya tık...)

Özellikle bu iki manzara, bizlere ortamı -karşı taraf istemese bile- barış havasına getirmenin herzaman müslümanların faydasına olduğunu gösteriyor.. Özellikle ilk örnekte Mekke dönemi boyunca, -bugünkü ifadelerle açıklarsak- beşeri bir sistem altında sistemin bütün baskılarına rağmen birlikte yaşanmış ve saldırgan bir tavır sergilenmemiştir.

Bu manzara geleceğin müslümanlarına en güzel ibret tablosudur. İslam hep devlet olmayacaktır. Dünya şartları bazı zaman başka dünya görüşünde olan insanlarla aynı ülkede beşeri idareler altında yaşamayada müslümanları zorlayabilir. Hatta bu başkaları müslümanlığı farklı şekilde yorumlayan ve müslüman olduğunu söyleyen insanlarda olabilir.

Şöyle kuşku dolu bir soru rejimin asker-sivil taraftandan gelebilir

-Rejimin asker ve sivil yanlıları sorabilirler; “Bu dönem Medine devletine giden yolda bir “ara dönem mi?”

“Siz takiyye yapıyorsunuz. Nasıl bu dönemler geçildikten sonra Medine Devletine geçildi. Siz de bu dönemleri atlatıp bir devlet kuracaksınız. İçinizde dışta belli etmediğiniz böyle bir niyet taşıyorsunuz.” Evet birileri böyle bir niyet taşıyabilir ve bunu belli de edebilir.

Biz böyle bir niyet taşımıyoruz eğer böyle niyet taşısaydık yukarıda bazı bu niyeti taşıyan guruplar için bir çok sözü boşa demiş olurduk. Bu dönemi devlete ulaşmada “ara dönem” görme, bugün izlediği yolunda böyle olduğunu söylememek, karşı tarafı kuşkuya düşürecek ve baskıların artmasına, özgülüklerin kısıtlanmasına, verilen hakların geri alınmasına sebep olacaktır. Bu durumu geçici “ara bir dönem” olarak anlamak ve öyle ilan etmek yanlış olacaktır.

Bu tesbit konumuz açısında en önemli tespittir.

Bu tespite yapılacak bir diğer eleştiride ikinci ve üçüncü guruptan (bir şekilde İslamî devlet arayışında olan kesim) gelebilir.

Böyle bir tespiti haklı bulmayacaklar ve şöyle diyecekler: Bu ayet “109-6. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” bir kısım müfessire göre mensuhdur. Şunları da ilave edebilirler; bu dönem geçiş dönemidir. Devlete giderken uğranılan konak yeridir, sürekli kalma yer değildir.

Biz de şöyle diyoruz: Asıl olan Kuran’ın ruhuna ve sünnet felsefesine uyan dıştaki şartların aynı kaldığı müddetçe, tavrında aynı kalmasıdır. Yağmur yağdıkça şemsiyenin açık kalması, kış sürdükçe paltonun sırtta taşınması ve yaz gelince bir yere asılması ne kadar normalse, dış şartların değişmeden sürdüğü müddetçe aynı tavrın sürmesi hem normaldir, hem de gereklidir.

(Bu konuda Kuran neden “nuzül sırasına göre dizilmedi” başlığı altında yaptığımız çalışmaya bakılabilir.)

Neden aynı tavır sürmeli:

Bunun için bir kaç neden sayabiliriz:

Bir kere bu toplum Efendimiz’in s. yaşadığı Arap müşrik toplumu değildir. Etrafımızdaki insanlar ilmihal standartlarına, itakat ve mezhep imamlarının belirledikleri ölçülere (amel imandan bir cüz değildir) göre müslümandır. Geçmiş ve yaşayan ülemanında bir çoğunun kanaati böyledir.

Durum böyle olunca biz bu ülkede herşeye rağmen onlarla birlikte yaşamak istiyoruz. Aynı gemide gittiğimizi düşünüyoruz. İki taraf içinde gemi değiştirmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Bir birimizi gemiden atma teşebbüslerinin gemiyi batırmakla aynı anlama geldiğini düşünüyoruz. O nedenle geminin bu dekoru değişmedikçe, gemi içindeki insanlara karşı tavrımızın değişmeyeceğini ifade ediyoruz. Bunun Kuran ve Sünnetin ruhuna uygun olduğuna inanıyoruz.

Ama birileri “tatlı mı olacak, kanlı mı olacak” diye nasıl olursa olsun ama bir şekilde olsun, gemi idaresini ele geçirmeyi istiyorsa ve bu isteklerinden dolayı gemideki diğer gurupların engelleriyle karşılaşıyorlar ve kendilerine sürekli geminin altkatı layık görülüyorsa, onlar şöyle düşünmeli, “Bize bu gemide rahat yok, nasıl ki, Peygamber Efendimiz Mekke döneminde şartlar değişmeyince, şartları değiştirmek için kılıç çekmek yerine, zora başvurmak yerine, hicreti tercih etti bizde öyle yapalım”

Evet böyle düşünmeliler ve bir gurup sahabî’nin Hristiyan Necaşî’ye sığındığı gibi, gidip Avrupa ülkelerinin sığınmaları gerekir. Ama bundan önce Efendimiz s. döneminde olmayan ama bugün var olduğu söylenen İslam devletleri var. Oraya hicret etsinler. Güya o gemiler daha güzel orada (!) İslamî nizam hakim.

Neden böyle yapmıyorsunuz hicrette sünnet değil mi dediğimizide, bir şeyler demekte zorlanacakalarını düşünüyoruz. Onların demekte zorlandığı şey de şudur; O İslam ülkesi gibi görünen yerlerde “düşünce ve inanç yönünden buradan daha rahat olamayacağız.” diyecekler.

Durup böyle olunca bizim başka bir gemiye geçme alternatifimiz ve isteğimiz yok. Birlikte onların varlıklarını ve hassasiyetlerini kabul ederek yaşamamız gerekiyor.

Onların durumları ve tavırları değişmediği müddetçe tavır ve durum değiştirmek doğru olmaz kanaatindeyiz.

-TÜRKİYE’DE YAŞAYAN MÜSLÜMANLARIN LAİKLİĞE HERKESDEN DAHA FAZLA İHTİYAÇLARI VAR.

Böyle bir ülke gemisinde lâikliği laikçilerden çok 1. 2. ve 3 gurubun istemeleri gerekir.

Lâikliğe dinsizlik diyenler var. Lâikliğin dinsizlik olabilmesi için şöyle olması gerekiyor. Lâiklik adı altında din ve devlet işlerini ayıranlar, devleti ve onun organlarını dinin üzerine gitmede ve kökünü kazımada kullanıyorlarsa, başkasının tevilini gerek yok, o yapanlarında ikrar edeceği gibi bu iş dinsizliktir.

Ama onlar böyle demeyipte şöyle diyorlarsa, “biz lâikliği, dini devlet işlerinden yine dinin yararı adına ayırıyoruz. Onun bugünkü bir kısım kötü niyetli siyasetçiler tarafından kirletilmesini istemiyoruz” diyorlarsa, bu insanların bu ifadelerini böylece kabul etmek gerekir. Yoksa bir takım anlamsız ve gereksiz “niyet okuma” yöntemleri geliştirerek, hayır öyle diyorsunuz ama şöyle de düşünüyorsunuz derseniz, Türkiye’de düşüncesinden dolayı itham edilmedik insan kalmaz. Aynı yolu onlarda sizin için kullanır.

Durum böyle olunca Lâikliğe müslümanlar herkesden daha fazla sahip çıkması gerekir. Lâiklik böyle bir ülke için en önemli sosyal kontrat ve teminattır. Devlet dine müdahale etmeyecek, dinde devlete müdahale etmeyecek.

Dindarlar uzun süre lâikliğe soğuk baktılar, onu dinsizlik olarak nitelediler, ama bilemediler ki, bir gün gelecek ve lâiklik onlara bu ülkede can simidi olacak, dinin üzerinde devlet ünüforması giyip gelmek isteyenlerin karşısına lâikliği çıkaracaklar. Onu şemsiye yapacaklar. Artık bir şeyi anlamalılar o denize düşenler için bir yılan değil, o bu ülkede yaşayan ve aynı gemide giden insanlar için bir can simididir. Lâiklik bu ülkede yaşayan ve farklı uçlarda olan insanlar için birlikte yaşama teminatırdır. Sosyal mukavele için olmazsa olmaz şartlardan biridir.

Onun valığını tartışmak yerine eksikliğini gidermek, uygulama sahalarını geliştirme ve iyileşme yönünde bütün taraflar gayret sarfetmelidirler.

- Kuran teoriyle pratikiğin iç içe geliştiği ve birlikte hareket ettiği bir ortamın kitabıdır.

Aslında bu ifade biz insanlara göre doğru olan ama ilahımız olan Rabbimiz açısından değerlendirildiğinde yanlış olan bir ifadedir.

Neden?

Çünkü ilm-i ilahide dün bugün yarın yoktur. Bütün zamanlar onun ilminde bir nokta gibidir. O bir şeyi yaparak, görerek öğrenmez, o bize yakışır ve bizim için geçerlidir.

Biz taallümle tekemmül ederiz, yani öğreniz ve kemale, olgunluğa kavuşuruz. Allah ise bütün kemal sıfatlarla muttasıf bir zattır.

Bu temel bilgilerden sonra şu tespitleri yapabiliriz. Allah cc. sınırsız ilmiyle, bir çok kayıtlarla mukayyet olan bu aleme teccelli etmiştir. Böyle bir tecellide tenezzülde bulunmuştur. Beşer acz ve idrâkini dikkate almıştır.

Kuran’ı topluca indirmemiştir. Başlangıçta bir bütün olarak onu insanlığa sunmamıştır ve Tedricen nazil olmuştur. Konu çok açık olduğu için, kimse “neden bunun aksi olmadı” diye bir soru sormuyor. Böyle bir yaklaşım insan fıtratın ve karakterinin en temel prensiplerini öğretiyor. Allah’u bu öğretiyi uygulatarak bizlere öğretiyor.

İnsan yediği yemeği hazmetmesi gereken bir vallıktır, arkadan gelecek yemeklerinde yenmesi bu hazmın düzenli ve iyi olmasına bağlıdır. Yemekte olduğu gibi, düşünce ve hayata ait emirlerdede bir hazım süresi vardır. Bu süre dikkate alınmadan verilecek yeni talimatlar, hazımsızlığa sebep olacak bunun sonucunda önce verilenler bile kusularak dışarı atılacaktır.

Tedricilik muhatabı insan olan, insanla iş yapan her insanın dikkate alması gereken bir husustur.

Kuran’ın tedrici nuzülü bizlere bunları düşündürür.

Bu tesbitin konumuza bakan yönüne gelirsek şunları diyebiliriz; Kuran olaylarda birlikte oluşmuştur. O bedevi olan insanlığın elinden tutmuş bir süreç ve disiplin içinde ona mediniyet yollarını açmış ve öğretmiştir.

Fakat Kuran şunu yapmamıştır. İleride ben size faizi haram kılacağım dememiştir, zinayı yasaklayacağım dememiştir, İçki size haram olacak dememiştir. Kuran’ın bu tür ahkam ayetleri nuzül yıllarının son dönemlerine takabül eder. Kuran’ın bu tedrici yaklaşımla amacı, bazen teoriye olayın bir adım önüne koyarak pratiğin kabulünü -nasıl olacağı ve neden olacağı cihetiyle- hızlandırmak, bazende pratiğin bir iki adım gerisine koyarak neden ve niçin olduğu konusunda emrin hazmını kolaylaştırmaktır.

- Kuran’ın nüzul sırasına bakıldığında ahkam ayetlerine bakıldığında Risalet yıllarının 20. Yılından sonra yoğunlaştığı görülecektir.

Bu açıklamalar ışığında Ahkam ayetleri ile alakalı şu önemli bilgileri vermek istiyoruz.

Kuran ayetlerinin yaklaşık olarak % 7,3’ü ahkam ayetleri ile ilgilidir. Bu ayetlerin rakamsal olarak ifadesinde farklılıklar olsa bile 350 ile 500 civarında olduğu söylenir.

Ahkam ayetleri toplumun hetorojen olduğu yani aynı özellik göstermediği dönemlerde in-me-miştir. Kuran toplumun genel kabulüne en yakın olan meselelerden başlamış ve onların şuura paralel yaptığı olumlu tesir sürecini ve nefislerin bu konuda kabule yatkınlık ve meylini dikkate alarak nefse zahirde ağır gelen ama imanla kemale ermiş bir kalp için onur ve şeref olan emirleri toplumun homojen özellikler vermeye başladığı bir süreç çizgisinde tedricen indirmiştir.

Örneğin Kuran’ın risallet yıllarının Mekke dönemine tekabül eden zaman diliminin 10 yılında, neden cihatla alakalı ayetler inmemiştir.

Mesela şu ayet: (önemli not: bu ayetlerin önündeki ilk rakamlar nuzül sırasına göre hangi numarada olduğunu gösterir.) “93-4-89. Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.”

Bir başka ayet: “87-2-275. Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların "Alım-satım tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”

İçkiyle alakalı, zina ile alakalı ayetlerde bu konuya örnek gösterilebilir.

Bu ayetler Müslüman kimliğin toplumsal yönünde yasama, yargı ve yüretme gibi alanların doğmasına ve Toplumun siyasal kimlik kazanmasına neden olan ayetlerdir. Toplumun siyasal kimlik kazanması ve gitgide bir devlet görünümü kazanması oluşum ve gelişim şartları ve süreci dikkate alınarak Risalet yıllarının son dönemlerine tekabul eder.

Müslümanlar Türkiye’de İslam’ın bireysel yönünü olabildiğince geliştirmeli, siyasal yönünü öne çıkarmamalı.

Evet siyasal kimlik kazanmaya sebep olan bu ayetlerin bir an için Mekke döneminin onuncu yılında nazil olduğunu düşünelim. Verilen emirle yaşanan şartlar karşı karşıya gelecekti. Karma toplum içinde beşirî bir sistem altında yaşayan müslümanlar İslam’ın ferdi mükellefiyetleri için zor imkan buldukları bir dönemde, siyasal niteliğinide yasama, yürütme ve yargıyla öne çıkarmak durumunda kalacaklardı. Bu durumda din ve dindar üzerinde baskı yoğunlaşacak, ferdi manada yapılan ibadetlerin siyasal bir kimlik altında toplumsal bir görüntü kazanması müslümanlar üzerindeki baskıları artıracaktı. Dinin yaşanması daha güçleşeceği gibi sebepler açısından bir sonraki kuşağa intikalinde inkıtâ olacaktı.

Bu yaklaşımdan şu sonuç çıkıyor: İslam bireysel gelişmeyi her dönemde öne çıkarıyor. Toplumsal gelişme içinde yasama yürütme yargı gibi alanlarda siyasal bir görütüyle devlet şeklinde ortaya çıkmayı şartların müsait olduğu zamana bırakıyor.

Bu yaklaşıma sebepler aleminde sebepleri yaratan zatın adetullahı (Allah tarzı/metodu) diyebiliriz. Zaman ve zemin müsait olmadığında şartlar bir devlet kimliği ile öne çıkmaya yeterli olmadığında, islamın bireysel yönü yanında toplumsal yönüne bakan ve birileriyle karşı karşıya gelme anlamı taşıyan, devlet isteğiyle yola çıkma öne çıkma adetullaha muhalif iş yapmadır. Daha fazla hak ve özgürlük derken eldekinden de olma saflıktır. Adetullahı anlamamadır.

Allah cc. sonsuz kudretine rağmen yeryüzü dengelerini dikkate alıyorsa, sebeplerin müsait olmadığı dönemde yaşanmayacak ve yapılmayacak emirlerle onları sorumlu tutmuyorsa, aciz zayıf ve biraz da saf insanların kendileri gibi düşünmeyen ve İslamî bir düzen ve devlet istemediğini her şekilde ifade eden bir toplum içinde bireysel haklarını korumak ve kollamak varken, devlet talebiyle ortaya çıkmaları içinde yaşadıkları şartları onlara zorlaştıracaktır.

Bu durum İslama göre bir zaruret halidir. Bu halin devamı zaruretin devamına bağlıdır. Gideceğiniz başka bir ülke yoksa, istekleriniz olmuyorsa, yeni haklar talep ettikçe, eldekilerde gidiyorsa bu zaruret halidir, o ülkede kalacak mevcut hakları kullanarak bireysel yönde İslamı yaşayacaksınız.

Bunu yine bir gemi misaliyle anlatırsak şöyle diyebiliriz. Siz bir gemide en az dört farklı gurupta ve görüşte insanlarla yolculuk ediyorsunuz. Bu guruplardan birinin gemiye hakim olma çabası diğerlerini sürekli rahatsız ediyorsa, herkes gemide benim havam essin ve damgam olsun isteyince gemide haklar ve özgürlükler kısıtlanıyorsa, birileri birilerine taahküm etmek istiyorlarsa gemide kimse istediği gibi rahat yaşayamaz. Hayat gemide herkes için zindan olur. Öyleyse bu gemide herkes kendi gelecekler ve geminin geleceğini dikkate alarak birbirlerin sevgi olmasa bile saygı ve hürmet beslemesi gerekir.

Evet gemideki bu hal zaruret halidir. Bu hal aynı kaldığı müddetçe tavırların ve davranışlarında aynı kalması gerekir. Eğer guruplardan biri sürekli diğerlerini taahküm altına alma veya gemiden onları atma niyeti bir şekilde dışarı sızdırsa, bu endişe gemide herkes için hayatı yaşanmaz yapacaktır.

Bu durumda gemide olan guruplar bir araya gelecek ve birbirlerine güven veren sosyal uzlaşma mukavelesi imzalayacaklar.

Türkiye ve dünyanın bir çok ülkesi bireysel yönde müslümanlığı yaşamaya müsâittir. Bu yöndeki kısıtlamalar siyasal yönlü isteklerden kaynaklanıyor.

-Ülkenin % 99 müslüman olmasıda başka problemlerin oluşmasına sebep oluyor.

Evet kağıt üzerinde öyle görülüyor. İkinci ve üçüncü gurup ( İslam devleti talebinde bulunanlar) bu görütüden yola çıkarak İslam Devletinde ısrar ediyorlar. Ama bu görüntü içinde kalan bir gurup insan müslüman olduğunu söylerken, İslamî bir düzen istemediğini de özellikle söylüyor. Biz bunları itikadî durumlarını amel-iman bütünlüğü içerisinde yukarıda ele aldık.

Asıl üzerinde duracağımız husus şu. Ülke müslüman olabilir, % 99’zuda müslüman olduğunu söyleyebilir. Ama sesli ve sessiz bir çoğunluk varki bunlar kimi açıktan kimide tavrıyla şeriat rejimi istemeyiz diyorlar. Bunların sayısıda siyasi göstergelere bakıldığında bir hayli fazla. Dini söylemi öne çıkaran partilerin oy oranı en fazla % 25 civarında bunların hepsinin şeriat istemediği de dikkate alınırsa ülkenin % 80’ininden fazlasının böyle bir isteği yok.

Şimdi misaldeki gemiye döndüğümüzde, guruplar gemi içinde hakim olmak istiyorlarsa İslamî düzen yanlılarının gemideki insanların % 80’ini gemi dışına atmaları gerekiyor. Diğerlerininde % 20’yi. Bunlarında atılamayacağı, atılmasının da geminin sağlıklı bir şekilde rotasına devam etmesine ve geminin geleceğine zarar vereceği kesindir.

Bu oranlar oluşturan guruplar, saygı duydukları değerlerin, korunması, kollanması ve yaşanması adına mutlaka sosyal uzlaşma mukavelesi etrafında bir araya gelip bir birlerine güven vermelidirler.

Devlet talebinde bulunan müslümanlar rejimin bazı karanlık güçleri tarafından rejimi ayakta tutma amacıyla kullanılıyorlar. Bu amaçla provake ediliyorlar.

Türkiye ve bazı İslam ülkelerinde Devlet talebinde bulunanlar buludukları ülkelerde rejimin ayakta durması adına rejim tarafından “baston” olarak kullanılıyorlar.

Sistemin başındaki insanların kötü yönetmesi ve yönlendirmesiyle ekonomisi, sanayisi iyi olmayan, işsizi, açı çok olan bu ülkelerde, sistemin ihmalleri tartışılmasın, hataları konuşulmasın diye sûnî gündemler oluşturuluyor. Rejimi sorgulamak, gelişen ve değişen dünyaya entegre etmek yerine bir takım çıkarlarını dikkate alan karanlık çevreler etrafa korku yayarak onu koruma ve kollanmayı amaçlıyorlar. Bazı saf ve provakelere açık müslümanları sistem aleyhinde dolduruyorlar kışkırtıyor veya bir şekilde tahrik ediyorlar. Sonra onları “öcü” olarak taktim ediyorlar. Öcüler gelecek, şeriat getirecek, kadınlar zorla çarşaf giyecek, namaz kılmayanlar dövülecek, bir mezhebe göre öldürülecek, hırsızın eli kesilecek, zina edenler taşlanacak.

Böyle bir öcü tehlikesi, bazı insanlarda rejimin eksikliklerini karşı “geçici körlük” meydana getiriyor. Halktan bazı kimseler “Bunu (rejimi) böyle kabul edelim, bu da giderse daha kötüsü gelecek, ülkem İran veya Afganistan gibi olacak, buralarda da belki Taliban’lar olacak,” diyorlar.

Türkiye’de bazı çevreler rejim karşıtı olmakla, laiklik düşmanlığı yapmakla İslâma hizmet ettiklerini zannettiler, hâlâda zennediyorlar.

Ne kadar acı değil mi? İstemediği karşı olduğu bir sistemin varlık sebebi olmak ve onun ayakta kalması adına kullanılmak.

-Bugün İslam devleti isteyenler dini yaşatmada devleti baskı aracı olarak kullanmak istiyorlar.

Bugün İslam devleti görüntüsü veren ülkelerde geniş halk topluluklarında din içten gelen bir arzuyla yaşanmıyor. Devlet bazı dini konularda dayatmalar yapıyor. Bugün bunun örneklerini İran ve Arabistan gibi ülkelerde görüyoruz.

Dünkü klasik devlet görüntülerinin hızla değiştiği bir dünyada dünün yasakçı ve baskıcı zihniyetini bugüne taşıma gayretleri İslâma hizmetten çok, onun önünü tıkama amacını taşıyanların kötü niyetlerine alet olacaktır.

Türkiye’de İslamî devlet isteyenlerin hemen hemen hiç bir siyasî ve srtajik hesapları yok. Şunları düşünmüyorlar. İslamî devlet isteğine ülkenin yaklaşık % 80’ini taraftar değil. Bu insanlar karşı çıkınca ne olacak, bunlara karşı neler yapılacak, bunları dini emirleri yaşamak istemezse bunlara baskı uygulanacak mı, Mesela namaz kılmayanlar dövülecek mi, zina yapanlar taşlanarak öldürülecek mi? Hadi bunlar yapıldı ve uygulanıyor. Dünya bu işi nasıl karşılayacak, Dünya ile araya duvarlar örmek İslam’ın ne kadar faydasına olacak. Böyle bir manzaranın yaşandığı ülke İslam adına ne kadar örnek olacak ve örnek alınacak.

Bu konuda İslam devleti talebinde bulunanların hiç bir düşüncesi yok.

Bu düşünceden yoksun olanlar sonrada çark ediyorlar bunun örneklerinden en yakın bir örnek İran. Geçenlerde (Şubat ayının ortalarında 1999) İran’da bulunan Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru şu tespitlerini aktarıyor:

“Iran yönetiminin en hassas oldugu konu baska ülkelerle iliskiler. Iran'in eski devrimci söylemi ilk terk ettigi alan dis iliskiler alani,...Yirmi yil önce gerçeklesen devrim, bir 'ütopya'yi 'devlet projesi' haline dönüstürmüstü. Her ütopya gibi, Iran'da gerçeklesenin de ayaklarinin yere basmakta zorlanmasi dogal. 20 yil, bir projenin gerçek hayatta uygulanabilip uygulanamayacagini göstermesi bakimindan bayagi yeterli bir süre. Önümüzdeki günler, Iran'in, yeni bir üslup ve yönetim anlayisiyla, siradan insanlarin dertlerini çözmeye öncelik verdigi bir dönem olmak zorunda. Aksi halde, devrimin bundan sonraki yildönümlerinin coskusu daha az olur.”

Evet dün dünyada bir ada gibi olmayı ve kalmayı isteyenler bunun mümkün olmayacağını gördüler.

-Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olmayan ülkelerde de Müslümanların Devlet talebi olmamalı.

Daha önce kitap ehliyle alakalı bir yazımda müslümanların şöyle bir metot izlemelerinin yanlış olduğunu anlatmıştım.

“O metottan bazı örnekler; Özellikle bunlar camii kürsülerinde duyuluyor ve Hocalar tarafindan seslendiriliyor.

“Atalarimiz Viyana kapilarina kadar geldi, bizler o kapilarin ötesine geçtik, Sizler Avrupa fatihleri olacaksiniz”, “Kiliselerin çanlari susacak, her tarafta ezanlar çinlayacak”, “Camilerimiz Anadolunun ileri karakollaridir, Onlarin minareleri bizlerin sancaklaridir”, “Fetih yakindir”, “Fatih’in aslanlari veya askerleri”, “Pek yakinda bu kiliseler camii olacak, bugünkü gayr-i müslümler sizin irsat ve tebliglerinizle camiileri dolduracaklar”, “Sizler onlarin ebedi hayatlarini kurtaracak irsat erlerisiniz”

Bu ifadeler masumca iyiniyetli olarak söylenmis samimi sözler olabilir. Ama bu sözleri gayr-i müslim topluluklarla birlikte yasayan müslümanin kullanmasi yanlistir.

Neden yanlistir?

Hiç bir ülke ve o ülkenin halki yarin kendi topraklarini isgal (feth) edecek insanlarin vatanlarinda olmasini istemez. Bu ifadeler bizleri potansiyel isgalci durumuna düsürüyor.

Gelecekte kiliselerini camii yapacak, topraklarinda Islam sancagini dalgalandiracak, nesillerini Islamlastiracak ve devletinin temellerini Islamî temeller üzerine bina edecek olan insanlara hiç bir devlet hos bakmaz.

Durum böyle oldugu halde dünya gerçeklerinden uzak, hala bu ifadeleri din adina kullanma, dinin önüne kendi elinle engel koymadan farkli degildir.

Bugün batili ülkelerde bu ifadelere karsi bir sey denmiyorsa, bir rahatsizlik duyulmadigindan degil, o guruplarin marjinal olmasindan kaynaklaniyor. Bu noktada bu türlü ifadeler, eyleme dökülüp tehlike arzetmedikçe demokrasilerin belirgin özelligi olan çok seslilik içinde degerlendiriliyor.

Aslinda sürekli kontrol altinda tutuluyorlar, tehlike arzetmemesi ve hep marjinal kalmasi için gerektiginde görünmeyen ellerle müdahaller yapabiliyorlar.

Evet diyalogun önünü tikayan bu iki üsluptanda kaçinmali, gayr-i müslümlarle ortak paydalarimizi sürekli dile getirmeli, bulundugumuz ülkeler için hiç bir zaman kendimizi potansiyel tehlike durumuna düsürmemeliyiz.”

Gayr-i müslim olan ülkelerden benim yaşadığım Hollanda’yı örnek verecek olursak: Bu ülkede İslamî bir devlet talebinde bulunmak, rüya ile yatıp kalkmaktan farksızdır. Ne teorisi ne pratiği bugünkü sebepler açısından mümkün görülmüyor.

Bu tür ülkelerde de olabildiğince mevcut hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına neden olacak tavır ve davranışlardan kaçınmalı, İslam’ı kurum ve kuruluşlar bazında iyi, güzel ve kaliteli temsil ve tebliğ yolları aramalıdır.

Bu yazılardan sonra bu bölüme ait son sözlerimizi söylemek istiyorum.

Evet günümüzde Müslümanların İslam Devleti talebi olmamalı. Müslümanların böyle bir talebi olmaması İslam adına zarardan çok günümüz dünyasında kar ve fayda getirecek bir davranıştır. Müslüman dünyanın neresinde bulunursa bulunsun. Devlet talebinde bulunmak yerine daha fazla hak ve özgürlük talep etmeli. Bu türlü taleplerinin gerçekleşmesine hizmet eden vasıtaları kullanmaktan ve onlardan faydalanmaktan çekinmemeli. İçinde bulunduğu toplumun ayrı ve aykırı unsularını endişeye sevkedecek, onların kendi üzerlerinde baskı kurmasına sebep olacak davranışlardan kaçınmalı.

Günümüz dünyasında özellikte Türkiye’deki müslümanlar olmayacak bir rüya ile yatıp kalkmak, etraflarına kuşku saçmak, karşı olduğu rejimin ayakta durmasında “baston” olarak kullanılmak yerine, ülke ve dünya gerçeklerini dikkate alarak bulundukları ülkelerde toplumun diğer unsurları ile ortak paydalarda birleşip uzlaşma zeminleri aramaları İslam’ın yüce ve yüksek menfaatleri açısından daha doğru bir davranış olur.

ÜSTAD SAİD NURSİ VE FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ’NİN İZLEDİKLERİ HİZMET STRATEJİLERİ

Biz yazının başından beri bu iki değerli insanın bir birini takip eden hizmet metotlarını “birinci gurup” içinde değerlendirdik.

Bu gurubun en büyük özelliği bulunduğu ülkede sistemle kavga etmemek, onları sistemin geleceği adına endişeye düşürmemek ve toplumun diğer ayrı ve aykırı unsurları ile sürekli ortak paydalar aramaktır.

Biz bu gurup adına burada bir takım değerlendirmeler yapacağız fakat bu değerlendirmelerden önce daha önce yaptığım bir açıklamayı burada da yapmak istiyorum.

“Bu çalismadaki görüsler tamamen bana aittir. Benim düsüncelerim için referans gösterdigim zatlari temsil yetkim olmadigi gibi, buna hakkimda yoktur. Lütfen hiç kimse, o muazzez zatlarin görüslerini referans olarak aldigim için beni onlara izafe etmesinler.

Bu düsüncemin arka planinda sunlar var; ben haddimi biliyorum, o degerli zatlara izafe olmakla onlara hiç bir sey kazandirmayacagimi da pekala biliyorum. Ama birilerinin beni onlara izafe etmesiyle, bendeki eksikliklerin o isiktan insanlara bakan gözlerin önüne siyah lekecikler olmasini istemiyorum ve bu duruma düsmekten de çok korkuyorum. Bunun içinde çalismalarimin genel çerçevesini belirledigim yerde sunlari ifade etmistim:

“Siyasi partilere saygi duyuyor, Islami guruplari da çalismalarindan dolayi tebrik ediyorum. Ben de belki düsünce planinda bir siyasi partiyi sevebilir, gönül sahasinda bir cemaate digerine göre öncelik verebilirim fakat, sayfam genelin istifadesine açik oldugundan ve hiç bir parti ve camaati temsil yetkim ve hakkim olmadigindan sevgide ve saygidaki bu önceliklerimi sayfama yansitmamaya özenle dikkat ediyorum.”

Evet bu hatırlatmalardan sonra bazı değerlendirmeler yapabilirim. Değerlendirmeler aşağıdaki başlıklar altında olacaktır.

Üstad Bediüzzaman ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İslamî düzen ve devlet talepleri var mı?

Bu iki zat yazdıkları eserlerinde ve yaptıkları konuşmalarda hiç bir şekilde İslamî düzen talebinde bulunmadıkları gibi, bunu çağrıştıracak her türlü tavır ve dağranıştan kaçındıkları görülüyor.

Üstad Said Nursi’nin eserlerine bakıldığında laiklikle alakalı şu ifadeler görülecektir.

“Eğer Gençlik Rehberi'nin intişarıyla dinî terbiyeyi ders veriyor, bu ise lâikliğe aykırıdır diye ittiham olunuyorsa, o halde lâikliğin manası nedir?

Biz de soruyoruz. Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır?

Lâiklik, dinsizlik midir?

Lâiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir?

Lâiklik, din hakikatlarını beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de; fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet'in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an'anesine, kanunlarına ittiba' ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkur gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmiyeceğini şübhesiz biliyoruz.”(Emirdağ Lahikası-2 (138))

Şimdi size lâiklik telakkimizden de bahsetmek istiyorum. Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti manasına gelir. Din ile siyasetin kat'î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur. Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk Milleti Müslüman'dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteblerde din dersi olmayınca evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar, bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek îcab eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık, vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteblerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır. (Emirdağ Lâhikası-2 202)

İşte efendiler, bu mes'ele gibi yüzer mesail-i imaniyeyi keşf ve izah eden Risale-i Nur'a, evrak-ı muzırra gibi, haşa yüzbin defa haşa! siyaset cereyanlarına âlet edilmiş garazkâr kitablar nazariyle bakmak... Hangi insaf müsaade eder, hangi akıl kabul eder, hangi kanun iktiza eder? Acaba istikbal nesl-i atisi ve hakikî istikbal olan âhiretin ehli ve Hâkim-i Zülcelâli, bu suali, müsebbiblerinden sormayacaklar mı? Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem; lâik cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir. (Tarihçe-i Hayat 219)

Üstat Bediüzzamanın eserlerinde laikiliği tartışma konusu yapmadığı çok açık bir şekilde görülüyor. Aksine günümüz dünyasında dine hasmane bakan insan ve insanların olduğu toplumda laikliği dinin yaşanmasında teminat olarak görüyor. Dindara dini hayatı daraltmak isteyenlere laikliğin tarifini yapıyor.

-Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de izlediği yöntem Üstad Said Nursi’den farklı değil.

Hocaefendi Demokrasiden geri dönüş olmayacağını ifade ederken, daha ileri demokrasi beklentisinde olduğunuda altını çizerek söylüyor, laikliğin tanımına uygun bir şekilde uygulanmasının toplumun farklı uçlarında bulunan insanlarını rahatlatacağını değişik vesilelerle vurguluyor.

Bu iki insan dünyanın gittiği istikametti çok önceden yorumlamışlardır. Böyle bir yorumla içinde bulundukları toplumun farklı uçlarına kendileri hakkında güven vermişlerdir. Üstad Bediüzzaman’ın yazmış olduğu Risale-i Nurlar 1000’e yakın mahkeme tarafından didik didik edilmiş ve içinde suç unsuru bir şeye rastlanmamıştır. Hocaefendi’ninde 1000’lere varan kasetlerinde rejimin asker ve sivil unsurlarını rahatsız edecek hiç bir ifade duyulmamıştır.

Birinci gurup olarak adlandırdığımız bu gurub İslam Devleti talebi yerine kişi hak ve özgürlüklerine riayet ederek birlikte yaşama isteklerini sürekli vurgulamışlardır.

Birinci gurup sisteme karşı bu ılımlı yaklaşımından dolayı sürekli tenkit ediliyorlardı. “Düzenin adamı” “Tavizci” “Korkak” ve “Amerikan uşağı” olmakla itham edildiler. Kendilerine bu ithamda bulunan guruplar ve kişiler aradan yılların geçmesiyle Türkiye gerçeği paraleline geldiler. Dün tavizci dedikleri insanlardan daha ileri tavizler verdiler, dün dedikleri bir çok şeyin yarın aksini yapma durumunda kaldılar. Bunlara ilişkin onlarca örnek verilebilir.

Bu başlığın altını şu ifadelerle bitirelim: Eserlerinden ve tavırlarından anlaşıldığı üzere Üstad Said Nursi ve Fehhullah Gülen Hocaefendi’nin bir İslamî Devleti talebi yok. Böyle bir talep yerine ısrarla toplumun diğer unsurlarıyla birlikte yaşamak istediklerini vurguluyorlar.

Evrensel niteliklere sahip olan Hocaefendi gibi bir lideri, yarını göremeyen yerel liderlerle kıyaslamak, neden onlar gibi düşünmüyor ve yapmıyor demek, Hocaefendi’ye saygısızlık olur.

Fethullah Gülen Hocaefendi ve Cemaati evrensel bir ilahın (Allah), evrensel bir peygamberin (Hz. Muhammed s.) ve evrensel bir kitapın (Kuran’ın) muhatabı olmayı evrensel tavırlar ve özellikler sergilemekle gösteriyorlar.

Cemaatin açılımlarına baktığımızda dünyanın bir çok ülkesinde eğitim kuruluşları açıyor. Ülkeler arasında din, milliyet ayrımı gözetmiyor. Çin’den, Şili’ye, Moskova’dan, Güney Afrika’ya dünyanın her tarafına gönüllü insanları ile gidiyor. İnançlarından aldığı güzelliği Türk kimliği ile dünyanın her tarafafına taşıyor.

Yeryüzünde bir çok İslam ülkesi var, onların içerisinde bir çok İslamî cemaatler ve guruplar var. Fakat bunların hiç birisi Fethullah Hocaefendi’nin manevi önderliğinde gerçeklenen açılımı gerçekleştirmiş değil. Böyle bir açılımda çok sınırlı kalanlar var, böyle bir açılımı hiç düşünmeyenler hatta hayalini bile kurmayanlar var.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vesile olduğu bu açılım karşında iki farklı gurup çıkıyor karşımıza.

Birinci gurup hem gıbta ediyor hem de takdir: Dünyadaki üçüncü dünya ülkelerinin ekseriyetini müslümanlar teşkil ediyor. Türkiye’de Müslümanlar 1980’li yıllara kadar camii ve Kuran kursu açıyorlardı. Üniversitelerde namaz kılan talebelere tek tük rastlanıyordu. Onları tanımlayanlar çağın gerisinde kaldıklarını ve örümcek kafalı olduklarını söylüyorlardı.

Bu söylem müslümanları üzüyordu. Onları rencide ediyordu. Ama onları gayrete getirmek yerine, onların aşk ve şevkini kırıyordu. Hatta bir çoğu kendilerinden “ne kasaba, ne köy ne de kulübe olmayacağına” inanmışlardı.

İşte bu dönemde Fethullah Hocaefendi’nin telkinleriyle hareke geçen bir gurup gönüllü insan okullar açmaya başladı. Bu okullar kısa zamanda yurt içi ve Yurt dışı başarılara imza attı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmayan şeyler oluyordu. Ülke yurtdışında hemen hemen hiç bir sahada birinci olamıyordu. Uluslar arası alanda sadece müzik yarışmalarına katılınıyor onda da sondan dereceye giriliyordu. İlim ve bilim olimpiyatlarına katılmak bile söz konusu değildi.

Fakat bu gurubun açtığı okullar dünya çapında olimpiyatlarda birincilikler kazanmaya başladı. Ülkenin her kesimden taktirler ve tebrikler gördü. Siyasi gayr-i siyasi her çevre bu gelişmelerden övüç duydu.

Bu gelişmeleri yurt dışına açılan okullar izledi. Önce Orta Asya’ya gidildi. Türk dünyası ile çok güzel ilişkiler geliştirildi. Rusya’nın dağılması ile Türk dünyasını Türkiye ile ve dünya ile ayıran duvarlar yıkılmaya başladı.

Fethullah Hocaefendi’nin manevi önderliğin yaptığı gönüllü insanlar daha duvarlar yıkılmadan o insanların yanlarında olmuşlardı. Evler açılıyor okulların anlaşmaları yapılıyordu. Kötü niyetliler gelmeden, Türk cumhuriyetleri arasına ayrılık tohumları ekmeden onlarında yanında olmuşlardı.

Bu gelişmeler gelecekte dünyanın rengini değiştirecek 2000’li yılların dengelerin belirleyecek hareketlerdi.

Fethullah Hocaefendi’nin dünyaya açılımı 2000’li yılların dengelerini önemli ölçüde belirleyecek.

Neden bu kadar önemli. Burada bir çok önemli tespit yapmak istiyorum.

Bilindiği gibi Osmalının İmparotorluğunun dağılmasından sonra özellikle Arap’lar arasında büyük anlaşmazlıklar meydana geldi. Bunun sebebi Osmalının gücünü kaybetmesine paralel Arap’ların yanı başında İngilizler yer almasıydı. O ülkelerin sınırlarını bile İngilizler çizdiler. Bütün bunları yaparken onların aralarına nifak tohumları ekmeyi ihmal etmediler.

O nifak tohumları bugün zakkum meyvelerin verdi. Araplar onca ortak değrelerine rağmen bir türlü kendi aralarında anlaşamıyorlar. Hatta yer yer savaş yapıyorlar, bir birlerine bir şekilde engel olmayı varlıklarını koruma adına gerekli sayıyorlar. Biraz düşünülse Afrika’da da aynı tezgahın yine İngilizler başta olmak üzere Fransa ve İtalya tarafından kurulduğu görülücek.

Evet bugün Orta Asya’da Türkî Cumhuriyetlerin yanında Türkiye’nin mürüvetli Türk insanı olmasaydı, onların yanınbaşında onları ileride menfaatleri adına onları kullanacak, gerekirse onları menfaatleri uğruna bir birine düşürmekten çekinmeyecek kötü niyetli ülkeler yer alacaktı. Ki şimdi de oralarda kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar. Ama Allah’a hamd olsun Türkiye’den giden Türk insanlarının açtığı eğitim yuvaları Orta Asya’da büyük ilgi gördü. Tarihin ortak paydaları üzerinde oturan bu güzel müesseseler kendilerine hızla gelişme zemini buldular. Eğer böylesi güzel çalışmalar olmasaydı. Bu günkü Arap aleminin perişanlığı ve dağınıklığı 2000’li yıllarda Türk dünyasında da olacaktı. Bu açıdan okullar ve o okullardan yetişecek talebeler geçecek için çok önemlidir. O okullardan mezun olacak öğrenciler geleceğin idareci ve yöneticileri olacaklardır. Şimdiden bu insanları Türk dünyasının menfaatleri istikametinde motive etme, onlara manevi terbiye verme Müslüman dünyanın 3 asırdır dünya üzerinde yüzünü kızartan karanlığın üzerine bir güneş gibi doğuyor.

Cemaat daha sonları dünyanın başka yerlerinde okullar açtı. Çalışmalar Türk dünyasının çok dışına taştı. Tanzanya’ya Papua Yeni Gine’ye kadar uzandı.

Bu gelişmeler cemaate her kesimden dost çevre kazandırdı. Düne kadar dine soğuk bakan çevrelerden bile böylesi gelişmelere sıcak bakmalar hatta bu gelişmelerin daha da iyiye gitmesi için bana ne düşürse yapayım diyen insanlar çıktı. Bu insanlar arasında iş, sanat ve spor dünyasından da bir hayli kişi vardı.

-Bir gurupta Hocaefendi’nin çalışmalarını hem haset ediyor hem de engel olmaya çalışıyorlar.

İkinci gurup hem haset ediyor hem de bir şekilde engel oluyor.

Bu gurupta kendi arasında ikiye ayrılıyor.

Birinci gurup:

Yukarıda ikinci ve üçüncü gurup olarak andığımız İslamî devlet taraftarı olan ve bunu gizli açık ilan eden guruplar.

Bu guruplar İslam dininin kendi yaşadıkları ülkede açılımını yapmaya çalışıyorlar. Bu amaçla siyasi partiler kurarken, geleneksel motiflerin hakim olduğu tarikatlar etrafında bir araya geliyorlar. Ufukları dar olan, hedefleri bir ülkeyle sınırlı kalan bu gurupların Hocaefendi’yi anlamaları mümkün değil. Kendi ufak adımlarına göre Hocaefendi’yi kıyaslayan Ona kendi dar açılarından bakan insanların onu anlaması zaten beklenemezdi.

Bu gurup iki şekilde Cemaatin çalışmalarını eleştirdi. Kimileri “neden Arap alemine gitmiyorda Orta Asya’ya gidiyor” dediler, Milliyetçilik yapmakla suçladılar. Kimileride “Türkiye’nin doğusunda okul yok bu ülkede bir çok çocuk eğitim imkanı bulamıyor “Hoca” neden gidip başka ülkelere okul açıyor” dediler.

Cemaatin Orta Asya dışında açtığı yüzlerce okul eleştirilerin birinci kısmına cevap olurken, ikinci kısma da Doğu ve Güneydoğu’ya açılan ve sayıları yüzlere varan üniversiteye hazırlık kursları, yurtlar ve kolejlerin açılması en güzel cevap oluyor.

-Rejimin resmi ve sivil bazı yandaşları Hocaefendi’nin ılımlı tavırlarından Türkiye’de “öcü” kalmayacak diye endişe ediyorlar.

İkinci Gurup:

Bunlarda yukarıda beşinci gurup olarak andığımız gurup içinden bir kısım kimseler. Bunların rahatsızlığı dindarların “öcü”lüktan kurtulmaları bazı provakelere artık alet olmamaları. Genelde radikal dindar çevreler rejimin ayakta kalması için kullanılıyordu. Onlar (radikaller) gelecek ve rejimi elimizden alacak korkusu etrafa yayılarak ve saçılarak rejimi koruma ve kollama vazifesi yapılırken bu arada rejimin sırtından beslenen kam emicilerinde bazı kirli işleri gözden kaçırılıyordu.

Rejimin kanını emmekle hayatiyetini sürdüren ve dindarları tehlike göstermekle kendi varlıklarını bir şekilde devam ettiren kimseler. Dindar insanlar içinden rejimle kavga yapmayan ve onunla iyi geçinen Fethullah Hoca ve Cemaatinden rahatsız olmuşlardı. Onlara göre dindarlar hep geri olmalıydı, ilimde sanatta adları duyulmamalıydı ve hiç bir başarıya imza atmamalıydı. Fethullah Hoca ve Cemaati hiçte “öcü” imajı vermiyordu. Hatta ülke tarihinde görülmemiş başarılara imza atıyordu. Artık rejimin resmi ve sivil çevrelerinden bile taktir gelmeye başlamıştı.

Bunca olumlu gelişmeye paralel ülkede “öcü” sayısı azalacak endişesi bazılarını korkutuyor. Allah’tan bunların sayısı bir hayli az. Artık nesli tükenmekte olan bir gurup “Kelaynak”

Hocaefendi adımlarını adımlarını atarken Türkiye ölçülerine göre değil Dünya ölçülerine göre atıyor. Sınırların kalkacağı ve dünyanın bir köy olacağı günlere cematini hazırlıyor.

(Aşağıdaki değerlendirmeler tamamen bana aittir.)

Hocaefendi özellikle İslam’ın Siyasal yönünü öne çıkarmıyor. Onun bireysel yönünü işliyor ve geliştirmeye çalışıyor. Bunu yaparaken İslam’ın önceliklerin öne çıkarıyor. Öncelikler içinde Kuran’ın öne çıkardıklarını öne çıkarıyor. Tevhit, nübüvvet, Ahiret, ameli yönden namaz, oruç, hac, zekat daha bir çok fert olarak yapılabilecek inanç ve ameli öne çıkarıyor. Ama toplumsal yapıya siyasal bir görüntü verecek olan Kuran’ın nüzul sırasında sona bıraktığı teşri’ye ait yasama, yürütme ve yargıya ait hükümleri öne çıkarmıyor.

Hocaefendi bunu yaparken dünyadaki dengeleri çok iyi hesaplıyor.

Fethullah Hocaefendi İslam’ın evrensel değerlerini dünyaya taşımak istiyor. Bu evrensel değerleri dünyaya taşımak isterken İslam’ın asıl önceliklerin öne çıkarıyor. İman en önemli değer. O olmadan dünya saadeti ve ebedi kurtuluş olmayacak. 4 halifeden sonra yeryüzünde mutlak manada hiç bir İslam devleti olmadı ama milyarlarca müslüman oldu. Bir islam devleti olmadan da gelecekte milyarlarca müslüman olacak. Dün nasıl olmuşsa yarında olacak.

Fethullah Hocaefendi adımlarını atarken dünyayı dikkate alıyor. Dünyaya açılıncada bütün dünyanın kendi adımalarını takip ettiğini biliyor. Camaata ait bütün unsurlar bütün parçaları ile dünyayı dikkate alıyorlar. Fethullah Hocaefendi yaşadığı ülkede sistemle iyi geçinmeye özellikle dikkat ediyor. Sistemle yapacağı kavganın ülkesi için potansiyel bir tehlike olarak görünmemin başka ülkelerde sorun olacağını biliyor. Kendi ülkesi için tehlikeli görünen bir gurup gittiği ülkelere de endişe verecektir. Hocaefendi ülke şartalarına ve ülkedeki gelişmelere göre tepki almak ve tavır sergilemek yerine, dünyadaki gelişmelere göre stratejiler belirliyor.

Türkiye’de birileri Doğu Türkistan’da işkence gören Türkler için Çin aleyhinde gösteriler yaparken, Hocaefendi daha uzak bir geleceğe bakarak Pekin’de açılan okullara zarar vermeme adına tepkisini daha ölçülü dile getiriyor.

Yine başka birileri, Batı Trakya’da Türk soydaşlarımız için sadece bağırırken, Hocaefendi yine uzak geleceğe bakarak Selanikte açılacak okula engel olacak tavırlardan çekiniyor.

Yine birileri Amerika aleytarlığı yapıyor, onun bayrağını yakmayı dine hizmet sayıyor. Ama Hocaefendi Amerikanın dünya üzerinde hakimiyetini bildiği için tepki ve tavrını demokratik ölçülerinin dışına çıkarmamaya özen gösteriyor.

Yine birileri Rusya’ya çok kızıyor. Onun politikalarını en ağır biçinde eleştiriyor. Hocaefendi hem Orta Asya’da hem de Rusya’da açtığı okulların geleceğe adına tepkisini medeni ölçülerin dışına taşırmıyor.

Hesabı dünya olmayan, islam’ı dünyaya taşıma derdi olmayan insanların Hocaefendi’yi anlamaları mümkün olmayacak.

Olmadıda onu yıllarca bir siyasi partiye destek vermedi diye eleştirdiler, hatta itham ettiler. Ama şimdi her şey anlaşılıyor. Hocaefendi gibi her asırda Peygamberlerle temsilen edilen bir davayı profosyenelce temsil etmeye çalışan bir zat, amatörlerin arkasında olmamalıydı.

Öylesine amatör insanlarki, ne yapacaklarını bilmiyorlar, yarın kendilerini pişman edecek sözleri bir biri ardına sıralıyorlar. “tatlı mı olacak, kanlı mı olacak” “inanların partisi” ve “başaörtülülere rektörler selam duracak” diyen sonra da bunları dememiş gibi dün dediklerinden çark eden, bırakın yarınları görmeyi az ötesini göremeyen, bugün dediği sözün arkasında yarın duramayan, etrafa saçtığı güvensizlikle bir kaç defa kırmızı kart görüp oyun dışı kalan, artık sahada kalan arkadaşları için sandıktan çıksalar kendilerine iktidar yollarının kapalı olduğu yüzlerine söylenen bir gurubun arkasında olmayı Hocaefendi’ye teklif etmek, bunu desteklemiyor diye ona tavır almak akılla mantıkla izah edilecek bir davranış değildir.

Birde çok sorulan bir soru üzerinde durmak istiyoruz.

Fethullah Gülen Hocaefendi sonrasında cemaatin başına kim geçecek?

Bu günlerde (01-04-99) bir kısım medya bu sorunun cevabı ile meşgul. Aktuel dergisi Ocak ve Şubat (1999) aylarında üç hafta arka arkaya Hocaefendi’yi kapak konusu yaptı. Son bölümünde Hocaefendi sonrasını tartıştı. Hocaefendi sonrasında Cemaatin başına geçme ihtimali olan üç isim söyledi. Abdullah Aymaz, İsmail Büyükçelebi ve İlhan İşbilen. Aktüelin yaptığı araştırma şimdiye kadar söylenti boyutunda olan bu tartışmaları, kamuoyunun önüne taşımış oldu. Aslında işin söylenti boyutunda Mehmet Ali Şengül Hoca’nın da ismi geçiyor. Aktüelin bu araştırmalarında ne kadar yüzeysel ve yetersiz olduğu alternatifler arasında İlhan İşbilen'ide saymasından anlaşılıyor... Bu isim eğer bir yerde sayılacaksa, Hocaefendi sonrası başa geçmemesi gerekenlerin başında sayılabilir.

Burada bir tespit yapacağım. Cemaatin geleceğinde bir ismi öne çıkaranlarda yanılıyor.

Ben acizane gelecekte, isim üzerinde tartışanların yanılılacağını zannediyorum.

Bu noktada yanılmak istemiyenlerin cemaat üzerinde iyi araştıma yapması ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ve stratejisini iyi anlamaları gerekiyor.

Aslında Hocaefendi yılın belli zamanlarda, kendisinin yokluğuna cemaati alıştırıyor. Sık sık inzivaya çekiliyor. Başka liderler gibi hayatının son gününe kadar lider kalma, sonra da ben ölünce ne olursa olsun deme yanlışını yapmak istemiyor. Ne kadar mütevekkilde olsa gözyaşları ile büyütüğü cemaatinin elbette kendinden sonrasını düşünüyor. Kendisinden sonrasına cemaati alıştırmak için bir “âli heyet” mekanizmasını sürekli işletiyor. İnziva dönemlerinde o sistem işi götürüyor. İşte bu sistem Hocaefendi’den sonrasınıda bir şekilde bizlere gösteriyor.

Çok rahat söyleyebiliriz; Hocaefendi’den sonra bir şahıs olmayacak, şahs-ı maneviden mürekkeb bir Heyet-i âli olacak. Belki yukarıda ismi geçen zatlar bu heyetin içinde olacak ama hiçbiri Hocaefendi konumunda olmayacak.

Neden bu kadar rahat söylüyoruz. Bunun iki nedeni var.

Bir: Cemaatin içinde Hocaefendi çapında bir lider yok. Yukarıda isimleri sayılan eşhasın mutlaka bir yönleri ile birbirlerine rüçhaniyetleri var. Bir çok yönleri ilede onlar tarağın dişleri gibi. Onların içinden birini öne çıkarmak cemaat adına en büyük yanlış olur. Hocaefendi bu yanlışı yapmayacak.

İki: Hocaefendi’nin geleneksel ulema yönü bir de modern dünyayı anlama ve kavrama yönü var. Geleneksel İslam dünyası ile modern dünyanın sentezini çok iyi yapıyor. Geleneksel İslam dünyası içinde bir lider etrafında örgülenen camaatlerin modern dünyada başarılı olmayacaklarını biliyor. Büyük davaları fani şahıslara bağlama yanlışları dün ufak çapta olan cemaatlerde büyük sorunlar meydana getirmezken, günümüz dünyasında akedemik yönü öne çıkan artık bir dünya cemaati olan cemaatte büyük problemler ortaya çıkarır. Hocaefendi bunun bilincinde.

Dünya daha da demokratikleşiyor. Kuvvetler ayrılığı bir çok üniteden oluşan sistemlerde sistemin sağlığı ve geleceği için en önemli husus. Artık yetkiler bir insanın elinde toplanmıyor. Böyle bir gidişaat içinde Hocaefendi hem olayları iyi okumakla hem insanları iyi istihdam etmekle, en önemlisi karizmasıyla problem olmuyor. Hocaefendi bunun çok farkında o nedenle cemaatin gelecekte alacağı şekli şimdi hayattayken kendi belirliyor. Şahısların öne çıkmadığı bir sistem kuruyor.

Özellikle yaptığı son konuşmalarda “abicilik” kavramı (Zaman Gazetesi Akademi sayfası) üzerinde çok duruyor. Davaya dün girenlerin, bir takım beklenti içine girmemeleri konusunda oldukça duyarlı Hocaefendi.

Cemaat bir dünya cemaati, Hocaefendi’de kendinden sonrasında cemaatin vitrinini dünya ölçeklerine göre dizayn ediyor. Sistemlerin hakim olduğu şahısların sistemde birer alternatifi olan parça olduğu bir yapılanmanın şimdiden kurgusunu yapıyor.

Herşeyin en iyisini Allah bilir:

Tabii bir kere daha belirtiyorum. Bu yorumlar sadece beni bağlar. Benim kendi düşüncelerim.

Biz burada kısa bir özetle değerlendirmelerimizi bitiriyoruz.

Biatla ilgili hadislerin yorumunu yapmayı düşünürken geçmişteki kitapların yorumlarının bugüne olduğu gibi aktarıldığından bahsettik. Bunun günümüz müslümanlarını sıkıntıya soktuğunu, onları birlikte yaşadıkları toplumda ayrı düşünen insanlar için potansiyel tehlike haline getirdiğini vurguladık. Bir kısım müslümanların içinde yaşadığımız dönemi ara dönem olarak gördüklerini ve gelecekte bir İslam devleti kurulacağı için dini bu ara döneme göre yorumlama ve tanımlamayı dini parçalamakla eş anlamlı gördüklerini vurguladık.

Bir İslam Devleti isteğini Kuran’a göre inceledik, verdiğimiz Kuran örnekleri ile bir İslam Devleti konusunun Kuran’ın olmazsa olmaz bir isteği olmadığını gösterdik.

Varlığın asıl amacının Allah’ın rızasını kazanmak olduğu belirtirken, bütün varlıkların bu noktada araç olduğunu söyledik. Araç eksikliğinin amaca ulaşmada problem olmayacağını, bir kaç araç yokken binler aracın olduğu bir yerde illa bir kaç araçta ısrar etmenin ve onları elde edeceğim derken diğer araçlarıda kaybedecek olaylara ve gelişmelere neden olmanın yanlış olacağını vurguladık.

Bu nokta Fethullah Gülen’e atıfta bulunduk. İzlediği yöntemden bahsettik, Neden diğer İslamî guruplardan ayrıldığını tespit etmeye çalıştık.

Ve son söz olarakta kanaatmizi şöyle ifade ettik:

“Evet günümüzde Müslümanların İslam Devleti talebi olmamalı. Müslümanların böyle bir talebi olmaması İslam adına zarardan çok günümüz dünyasında kar ve fayda getirecek bir davranıştır. Müslüman, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun. Devlet talebinde bulunmak yerine daha fazla hak ve özgürlük talep etmeli. Bu türlü taleplerinin gerçekleşmesine hizmet eden vasıtaları kullanmaktan ve onlardan faydalanmaktan çekinmemeli. İçinde bulunduğu toplumun ayrı ve aykırı unsularını endişeye sevkedecek, onların kendi üzerlerinde baskı kurmasına sebep olacak davranışlardan kaçınmalı.

Günümüz dünyasında özellikte Türkiye’deki müslümanlar olmayacak bir rüya ile yatıp kalkmak, etraflarını kuşku saçmak, karşı olduğu rejimin ayakta durmasında baston olarak kullanılmak yerine, ülke ve dünya gerçeklerini dikkate alarak bulundukları ülkelerde toplumun diğer unsurları ile ortak paydalarda birleşip uzlaşma zeminleri aramaları İslam’ın yüce ve yüksek menfaatleri açısından daha doğru bir davranış olur. Bu davranışın için yukarıda Kuran’ı refarans gösterdik.”

 

ÖMÜR SERMAYESİ TÜKENİYOR...
 
 









BİR AYET-BİR HADİS-BİR DUA
 


 
 
Bugün 45 ziyaretçi (145 klik) kişi burdaydı!

MERHABA... DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ ÖĞRETMENİ OSMAN YALÇINTAŞ'IN WEB SİTESİNE HOŞGELDİNİZ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol