MERHABA... DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ ÖĞRETMENİ OSMAN YALÇINTAŞ'IN WEB SİTESİNE HOŞGELDİNİZ

   
 
  DİNİ HİKAYELER-2

8. SINIF

BİRLİKTE YEMEK

 

Resul-i Ekrem, dostlarıyla birlikte, binek hayvanlarından iner inmez, yüklerini yere koydular, daha sonra bir koyun keserek yemek hazırlamaları için karar aldılar.

Birisi: “Koyunu ben keserim” dedi.

Diğeri: “Derisini ben yüzerim” dedi.

Üçüncüsü: “Etini de ben pişiririm” diye söze katıldı.

Dördüncü:............

Resul-i Ekrem (s.a.a): Çölden odunu da, ben toplarım.” buyurdu.

Topluluk: “Ey Allah’ın elçisi, siz zahmet etmeyip sakin bir köşede oturursanız, biz bu işlerin hepsini seve seve yaparız” dediler.

Resul-i Ekrem(s.a.a): Evet, yapabileceğinizi biliyorum. Fakat Allah, “Her hangi bir kulunun, kendi dostları ve arkadaşlarından, özel imtiyazlarla ayrılarak, seçkin bir vaziyette görünmesini sevmez” buyurdu. Sonra çöle doğru gitti ve çölden çalı çırpı toplayıp getirdi.[1]

DÜŞÜNMEKTE ÇALIŞMAKTIR

 

Peygamber Efendimiz bir gün yolda giderken, hiçbir iş yapmadan tembel tembel oturan bir adam gördü. Adama selam bile vermeden yanından geçip gitti.

Dönüşünde Peygamberimiz, yine aynı yoldan geçiyordu. Adam hala aynı yerde oturmaktaydı. Peygamberimiz bu defa adama selam verdi.

Adam şaşırdı. Hemen kalktı ve Peygamberimize:

- Ya Rasulallah! Siz giderken de ben burada oturuyordum., bana selam vermemiştiniz. Fakat, şimdi selam verdiniz. Bunun sebebi nedir? diye sordu.

Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu:

- Ben giderken, sen bomboş oturuyordun. Hiçbir iş yapmıyordun. Dönüşümde ise, eline bir çöp almış yere birtakım çizgiler çiziyordun. Belli ki düşünüyordun. Düşünmek de çalışmaktır. Onun için sana selam verdim.

Öyleyse Sevgili Gençler hiçbir zaman boş durmayalım. Küçük te olsa bir takım işlerle meşgul olalım. Hiçbir iş yapmıyorsak, neler yapabileceğimizi, kendimize ve insanlara nasıl faydalı olabileceğimizi düşünelim. İmkan ve fırsat bulduğumuzda iyi ve faydalı düşüncelerimizi gerçekleştirmeye çalışalım.

MERHAMET ETMEYENE MERHAMET EDİLMEZ

 

Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aIeyhissalâtü vesselâm) (bir gün), Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhümâ)'yı öpmüş idi. Bu sırada yanında bulunan Akra' İbnu Hâbis, (sanki bunu tuhaf karşıladı ve:) "Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim" dedi. Rasulullah (aleyhissalâtü vesselâm) ona bakıp:    "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" buyurdu."  Rezin ilâve etti: "(Rasulullah (aleyhissalâtü vesselâm) şunu da söyledi:"Allah siz(in kalbiniz)den merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?"

CENNETE GİRECEKMİYİM?

 

Saadet asrında bir gün, bir ihtiyar kadıncağız Nebiyyi Ahir zamanın mukaddes huzuruna geldi:

-Ey Allah’ın Sevgili Rasulü, dedi. Cennete girecek miyim?

Allah Rasulünün yüzünde hayal üstü bir gülümseyiş:

-İhtiyar cennete giremez! buyurdu.

Kadın gri döndü, gözlerinden iplik iplik yaşlar akmaya başladı. Gönlü hüzün ve kederle doldu.

Allah’ın Sevgili Peygamberi, öyle tatlı, öyle içten güldüler ki, mübarek dişleri inci taneleri gibi parıltılar saçtı ve kadına haber gönderdiler.

-Cennete yaşlı girmeyecek, genç olarak girecektir.

Kadın bu defa da saadetinden uçacak gibi oldu.

 

DELİKANLI SEN BENİ SIKINTIDA BIRAKTIN

 

Abdullah bin Ebi'l-Hamsa, Peygamberimizle olan ticarî bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

"Peygamberliğinden önce Rasulullah Aleyhisselâmla birlikte bir alış verişte bulunmuştuk. Bu alış verişten kendisine biraz vereceğim kalmıştı. Onu, 'Bulunacağın falan yere getireceğim' diye söz vermiştim. Fakat verdiğim bu sözü iki gün unuttum. Üçüncü gün hatırlayıp sabahleyin gittiğim zaman onu yerinde buldum. Bana, 'Delikanlı, sen beni sıkıntıda bıraktın. Ben şuracıkta üç gündür seni bekliyorum' buyurdu."

BIRAKIN ONU! HAK SAHİBİNİN KONUŞMA HAKKI VARDIR

 

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'da bir adamın (parası ödenmemiş) bir devesi vardı. Borcunu istemeye geldi. Bu sırada kaba sözler sarfetti, hatta Ashab'tan bâzıları haddini bildirmek istedi. Ancak Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm) buna meydan vermeyip: Bırakın onu! Hak sâhibinin konuşma hakkı vardır" buyurdu, sonra da: Devesini verin!" diye emretti, (ilgililer) devesini aradılarsa da bulamadılar. Fakat onunkinden daha değerli bir deve buldular. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz:    "Bunu verin" dedi. Adam: "Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir!" buyurdu." 

BIRAKIN ONU! HAK SAHİBİNİN KONUŞMA HAKKI VARDIR

 

İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Bir adam gelerek Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan bir alacağını veya bir hakkını talep etti. Bunu yaparken nezâkete uymayan bazı yakışıksız söz sarfetti. Rasûlullah'ın ashabı adama dersini vermek istediler. Ama Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm müsaade etmeyip: "Bırakın! Zira alacaklı kimsenin, hakkını alıncaya kadar borçlu üzerinde söz hakkı vardır" buyurdular."  

BEN HAKKIMI TALEP EDİYORUM

 

Ebu Sa'îdi'l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: "Bir bedevi Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek, Efendimizin uhdesinde bulunan alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hatta: "Borcunu ödeyinceye kadar seni tâciz edeceğim" dedi. Ashab-ı Kiram hazretleri bedeviyi azarlayıp: "Yazık sana! Kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba!" dediler. Adam: "Ben hakkımı talep ediyorum" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ashabına: "Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?" buyurdu ve Havle Bintu Kays radıyallahu anhâ'ya adam göndererek: "Sende kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz" dedi. Havle: "Hay hay! Babam sana kurban olsun Ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Kadın, Rasûlullah'a borç verdi, O'da bedeviye olan borcunu kapadı ve ayrıca yemek ikram etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevi: "Borcunu güzelce ödedin. Allah da sana mükafatını tam versin" diye memnuniyetini ifade etti: Aleyhissalâtu vesselâm da: "İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflah olmaz" buyurdular."  

ŞURASI MUHAKKAK Kİ BEN SADECE HAKKI SÖYLERİM

 

Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "(Ashab’tan bir kısmı): "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bize şaka yapıyorsun!" demişlerdi. "Şurası muhakkak ki (şaka da bile olsa) ben sadece hakkı söylerim! " buyurdular."  
YANIMDA MAL OLSA BUNU SİZDEN AYRI OLARAK BİRİKTİRECEK DEĞİLİM

 

Ebu Sa’îdi’l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: "Ensar radıyallahu anhüm'den bazı kimseler, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan bir şeyler talep ettiler. Aleyhissalâtu vesselâm da istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o istediklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır." Rezin rahimehullah şu ziyadede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."  

DEVE YAVRUSU

 

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü! Beni bir deveye bindir!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!" dedi. Adam:   "Ey Allah'ın Rasulü, ben deve yavrusunu ne yapayım (ona binilmez ki!)" deyince Aleyhissalâtu vesselâm: "Acaba deveyi deveden başka bir mahluk mu doğurur?" buyurdular." 

EY ALLAHIN RASULÜ CANIMI YAKTINIZ

 

Useyd İbnu Hudayr radıyallahu anh anlatıyor: "Ensardan mizahçı bir zat vardı. (Bir gün yine) konuşup yanındakileri güldürürken Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun üzerine adam "Ey Allah'ın Rasulü (canımı yaktınız). Müsaade edin kısas yapayım!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Haydi yap!" buyurdu. Adam: "Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu (kısas tam olması için çıkarmalısınız)!" Adamın talebi üzerine, Aleyhissalâtu vesselâm gömleğini kaldı(rıp böğrünü aç)tı. Adam, Rasulullah'ı kucaklayıp böğrünü öpmeye başladı ve:  "Ben bunu arzu etmiştim ey Allah'ın Rasulü!" dedi." 

BU DEVENİN SAHİBİ KİM

 

Abdullâh İbnu Câfer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah(aleyhissalâtü vesselâm)'ın kazâ-i hâcet yaparken geri tarafından istitar (perdelenme) için en ziyâde tercih ettiği sütre, bir bina veya bir hurma kümesi idi. Bir seferinde Ensârdan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalâtu vesselâm deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti.    "Bu devenin sâhibi kim?" diye sorarak ilgi gösterdi. Ensar'dan bir genç:    "O bana aittir ey Allah'ın Rasulü!" deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber onu payladı:    "Allah'ın sâna mülk kıldığı bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bâk! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun." 

ALEYHİSSALATÜ VESSELAM VE ASHABI BİR YIL GÜLDÜLER

 

Ümmü Seleme radıyallahu anha anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh ticari maksatla, Aleyhissalatu vesselâm'ın vefatından bir yıl önce Busra ya kadar gitmişti. Beraberinde Nu'aymân ve Suvaybıt İbnu Hermele de varlardı. Bunlar Bedir gazilerindendi.. Nu'aymân erzakları gözetiyordu. Suvaybıt mizahı seven şakacı birisiydi. Nuayman'a (bir ara): "Bana yiyecek bir şeyler ver!" dedi. O ise: "Bekle de Ebu Bekir gelsin!" dedi. Suvaybıt (biraz öfkelenerek) "Vallahi seni kızdırmasını bilirim!" dedi.   Râvi der ki: "(Bir müddet sonra) bunlar bir kavme uğradılar. Suvaybıt onlara:     "Benim bir kölem var, satın alırsanız (ucuza vereceğim)" der. Onlar da "Alırız!" derler. Suvaybıt: "Ancak şimdiden söyleyeyim, kölem çenebazdır, o size: "Ben hür kimseyim (köle değilim)" diyecektir. Eğer o böyle dedi diye almaktan vazgeçecekseniz (alıcı olup da) kölemle arama fesad sokmayın!" dedi. Onlar: "Hayır! biz onu senden satın alacağız!" dediler ve (pazarlık edip) on deve mukabili Nuayman'ı satın aldılar. Sonra yanına gelip, boynuna sarık veya ip bağladılar. Nu'ayman: "Bu adam sizinle alay ediyor, ben hürüm, köle değilim" dedi. Adamlar: "Senin böyle söyleyeceğini bize haber vermişti (yalanlarınla bizi kandıramazsın)" dediler ve Nuayman'ı alıp götürdüler.     Derken Hz. Ebu Bekr geldi. Durumu kendisine haber verdiler. Ravi der ki: "Hz. Ebu Bekr o kavmin peşine düştü, develerini geri verdi ve Nu'âyman'ı kurtardı. Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına döndükleri zaman hâdiseyi haber verdiler. Bu hadiseye Aleyhissalatu vesselâm ve ashabı bir yıl güldüler."

ATEŞLE CEZALANDIRMAK SADECE ATEŞİN RABBİNE HASTIR

 

Abdurrâhman İbnu Abdullah, babası Abdurrahman (radıyallâhu anh)'dan rivâyet eder ki şöyle demiştir: "Biz bir seferde Rasulullah(âleyhissalâtü vesselâm) ile beraber idik. Rasulullah bir ara bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada hummara denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. (Kuş kaçtı) yavrularını aldık. Kuşcağız etrafımıza yaklaşıp çırpınmaya, kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı. Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz gelince:    "Kim bu zavallının yavrusunu alıp onu ızdıraba attı? Yavrusunu geri verin!" diye emretti. Bir ara, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü.    "Kim yaktı bunu?" diye sordu. "Biz!" dedik. Ateşle azab vermek sadece ateşin Rabbine hastır" buyurdu." 

ĞLAYAN KIZ ÇOCUĞU

 

Peygamber ( sav ) bir gün çarşıdan eve giderken, iki gözü iki çeşme ağlayan küçük bir kız çocuğu ile karşılaştı. Peygamber ( sav ) çocuğa: Neden ağlıyorsun? Diye sordu.

Küçük kız: Ben bir hizmetçiyim. Ev sahibi un almam için bana para vermişti. Ama ben parayı kaybettim, dedi.

Peygamber ( sav ) üzerinde olan bütün parayı küçük kıza verdi. Ancak küçük kız hala ağlamaya devam ediyordu. Peygamberimiz ( sav ): Kaybettiğin paraya kavuştun, hala niye ağlıyorsun, diye sordu.

Küçük kız: Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum, dedi.

Peygamber ( sav ) küçük kızın elinden şefkatle tuttu: Korkma yavrum gel benimle dedi ve onu eve kadar götürdü.

Kapıya gelince dışardan ev sahibine selam verdi. Ama kapı üçüncü selamdan sonra açıldı. Peygamberimiz ( sav ) : İlk selamımı duymadınız mı? diye sordu.

Ev sahibi: Duyduk ama, sesinizi tekrar tekrar duymayı, selamınızın artmasını istedik. Size canımız feda olsun, Ey Allah’ın Rasulü. Buraya kadar niye zahmet ettiniz? dedi.

Peygamberimiz ( sav ) : Bu kızcağız geç kaldığı için dövülmekten korkuyordu, bu sebepten onu size kadar getirdim, buyurdu.

Ev sahibi Peygamberimiz ( sav ) in ziyaretine öyle sevinmişti ki : Buna sebep olan kız artık hizmetçi değil evladımız sayılır, dedi.

YOKSUL VE ZENGİN

 

Rasulü Ekrem (s.a.a) her zamanki gibi meclisinde oturmuş ve dostları da etrafında halka şeklinde, onu bir yüzük taşı gibi ortaya almışlardı. Bu arada eski elbiseli fakir bir Müslüman kapıdan içeriye girdi. İslami adetlere göre herkes her hangi mevkide olursa olsun bir oturuma girince nerede boş yer bulursa hemen oraya oturmalıdır. “Benim canım şurasını istiyor” görüşüyle özel bir yere oturmak gerekmez. O adam etrafına bakındı ve boş bir yer buldu; gitti oraya oturdu. Tesadüfen ileri gelen zenginlerden birisinin yanına oturmuştu. Zengin adam elbisesini toplayarak ondan bir az uzaklaştı. Bu hareketleri izleyen Resul-i Ekrem (s.a.a) ona dönerek:

- Fakirliğinden sana bir şey geçer diye mi korktun?

- Hayır ya Rasulallah.

- Servetinden ona bir pay düşer diye mi korktun?

- Hayır ya Rasulallah.

- Elbiselerin kirlenir diye mi korktun?

- Hayır ya Rasulallah.

- O halde niçin yanından uzaklaşıp bir kenara çekildin?

- Yanlış bir iş yaptığımı ve hata ettiğimi itiraf ediyorum. Şimdi bu hatamın telafisi ve bu günahımın keffareti olarak servetimin  yarısını bu Müslüman kardeşime vermeye hazırım dedi. Çünkü ona karşı yanlış bir hareket yaptım. Beni bağışlayın ya Rasulallah.

- Eski giyimli adam: Fakat ben bunu kabul etmeye hazır değilim.

- Cemaat: Niçin?

- ”Çünkü bir gün beni de bir gururun sarmasından ve bir Müslüman kardeşime, bu gün bu şahsın bana yaptığı gibi, aynı hareketi yapmaktan korkuyorum” der.

 

ON MİSLİNDEN YEDİYÜZ MİSLİNE KADAR

 

Rasulullah (sav) bir kutsi hadiste şöyle buyuruyor:

Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazılmasını emretti. Sonra güzellerin güzelliğini, fenaların da çirkinliklerini açıkladı. Her kim bir iyilik yapmak ister de onu yapamazsa, Allah o kimseye bir iyilik sevabı yazdırır. Eğer o kimse bir iyilik yapmak ister ve yaparsa, Allah ona on mislinden yedi yüz misline hatta daha çok iyilik sevabı yazdırır. Her kimde kötü bir iş yapmak ister de onu yapmazsa, o kimseye bir iyilik sevabı yazdır. Eğer o kimse fena işi yapmak ister ve fenalığı yaparsa, Allah ona bir kötülük ( günah) yazdırır.

ASLAN MI YOKSA KÖTÜRÜM TİLKİ Mİ OLMALI?...

 

Bir gün adamın biri avlanmak için ormana gider. Geceyi orada geçirmeye karar verir. Fakat yırtıcı hayvanlardan korktuğu için, büyük bir ağaca çıkar. Ağaçta iken bir inilti duyar. Etrafına bakınır ve aşağıda kötürüm bir tilki görür. Adam:

- Acaba bu tilki ne yer, ne içer?... diye düşünürken uzaktan bir aslanın geldiğini görür. Aslanın ağzında bir ceylan vardır.

Aslan, ağacın dibine gelir. Ceylanı parçalar, bir güzel karnını doyurur ve çekilir gider. Aslan gidince, kötürüm tilki sürüne sürüne ceylandan arta kalanları yemek üzere yaklaşır. O da, aslanın artıkları ile karnını doyurur.

Ağaçtaki adam başlar düşünmeye:

“Yaaa... der. Demek ki kötürüm bir hayvanın bile yiyeceğini Allah ayağına gönderiyor ve onu aç bırakmıyor. Öyle ise, ben niye böyle çalışıp yoruluyorum?!.. Bundan sonra ben de bir köşeye çekilip beklemeliyim... ”

Bu düşünce ile adam, yol üzerindeki bir mağaraya girer, başlar beklemeye. Bir gün, iki gün, üç gün bekler. Fakat gelen giden olmaz. Kimse ona yiyecek, içecek bir şey getirmez. Sonunda adam açlıktan baygın düşer. Uyku ile uyanıklık arasında kendisine şöyle seslenildiğini işitir:

Kalk, be hey budala adam! Ne yatıp duruyorsun! Elin ayağın tutuyorken, bu miskinlik, bu tembellik niye?!.. Niçin kendini kötürüm ve sakat tilki yerine koyuyorsun? Git, aslan gibi ol, avlan. Hem kendin ye, hem de artanı ile başkaları geçinsin!...

Bu sözleri duyan adam, gerçeği anlar. Mağaradan çıkar. Çalışmak ve helâl rızk kazanmak üzere köyünün yolunu tutar...

 

Sadi-i Şirazî, Bostan, Çev. Rıfat Bilge, İstanbul

1947, s. 70-71'den uyarlanmıştır.

BİR HİKMETİ VARDIR

 

Adamın biri bir pislik böceği görür

" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmış ki ? " der.

Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz.  Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.

Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;

- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.

Yolcu getirilen böceği yakar ve külünü yaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;

- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.

KADERE MAHKUM MUYUZ?

 

Bazı insanlar, kaderlerinden şöyle şikayet ederler:

“Kader bizi bağlamış.”

“Kader utansın.”

“Kaderin mahkumuyum.”

  Evet, insan kaderinin mahkumudur. Örneğin; annemizin veya babamızın kim olacağına biz karar veremeyiz. Tenimizin rengini, boyumuzun uzun veya kısa oluşunu biz tayin edemeyiz. Şu uçsuz bucaksız evrenin işleyişi de bizim isteklerimize bağlı değildir.

  Ancak; kendi özgür irademizle yaptığımız işlerde, kaderi sorumlu tutamayız. Çünkü Yüce Allah, insanı düşünce ve hareket özgürlüğü içinde yaratmıştır. Bu nedenle; yaptığımız her işten kendimiz sorumluyuz. Kötüyü seçebildiğimiz gibi, iyiyi de seçebilme şansımız vardır.

  Genellikle, kötüyü seçen insanlar, kendilerini savunmak için, kaderi bahane ederler. Oysa o konuda samimi değillerdir. Örneğin; “ kader bizi bağlamış ” diyen bir insana bir tokat atsak, tepkisi ne olur? Kaderim de bu da varmış diyerek susar mı, yoksa kendini savunmaya mı kalkar? Elbette kendini savunur. Oysa bu kişi, kendi günahlarını örtbas edebilmek için, kadere mahkum olduğunu ifade ederek yalan söyler.

  Cuma günü ezan okunurken, camiye doğru koşanlarla, aynı anda meyhaneye doğru gidenler, kendi istek ve iradeleri ile bu işi yapmaktadırlar. Yani; ne camiye giden, ne de meyhaneye giden kader mahkumudur. Günaha veya sevaba yönelmek herkesin kendi isteğiyledir.

  Namaz kılmayan bir adam, büyük bir din bilginine; “ Ne yapalım hocam, benim kaderimde namaz kılmak yokmuş. ” deyince, hoca musluğu göstermiş:

- Kollarını sıvayıp şu çeşmeden abdest al. Arkasından iki rekat namaz kıl. İşte o zaman, kaderinde namaz kılmak olacak, cevabını vermiş.

Kısacası; kader mahkumu olduğumuz konularla, kendi isteğimizle gerçekleşecek konuları birbirine karıştırmamalıyız. Nitekim; Yüce Allah isteğimiz dışında gerçekleşen olaylardan bizi sorumlu tutmayacaktır.

 

Derleme ( Kandil Çocuk Dergisi, Aralık 1986, s.29 )

 

KADERDEN YİNE KADERE KAÇMAK

 

Hicretin 17. yılında HZ. Ömer, ikinci defa Şam’ı ziyaret etmek istedi. Bu defa muhacir ve ensardan bazılarını da yanına aldı. Sarağ’a ( Şam ile Tebuk arasında hac yolu üzerinde bulunan bir yer ) geldiklerinde, ordu komutanları onları karşılayarak Şam’da salgın hastalık (veba) olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, önce beraberinde gelen muhacir ve ensarla daha sonra da Fetih muhacirleri ile ayrı ayrı görüştü. Fakat guruplardan hiçbirisi geri dönmek veya yola devam etmek konusunda fikir birliğine varamadı. Vebadan kaçmak için geri dönmek isteyenler olduğu gibi, yola devam etmek isteyenler de vardı. Sonra vakit gece olduğu için, karar vermeyi sabaha bıraktılar.

Geceyi orada geçirdikten sonra, ertesi gün Hz. Ömer: “ Ben geri dönüyorum, siz de geri dönün” dedi.

Bunu duyan Ebu Ubeyde Bin Cerrah : “ Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz, ey müminlerin emiri? dedi.

Hz. Ömer de; Evet! Allah’ın kaderinden yine, Allah’ın kaderine kaçıyoruz” dedi ve ekledi: Bir vadide biri verimli, biri kurak iki yamaç gören insan, hangisini tercih eder? Tercihi hangisi olursa olsu, yine de kaderi seçmiş olmaz mı? Buna sen değil de bir başkası itiraz etse şaşırmazdım, Ey Ebu Ubeyde!” dedi.

Sonra bir kenara çekilip oturdu. Halk ise toplu halde kararı bekliyordu.

Bu arada yanlarına gece yapılan toplantıda bulunmayan Abdurrahman Bin Avf geldi. Durumu öğrenince; “ Bu konuda benim de söyleyeceklerim var” dedi.

Hz. Ömer de; “Söyle, sen güvenilir bir kişisin” dedi.

Abdurrahman; “ Ben Rasulullah'ın bun konuda şöyle söylediğini duymuştum” dedi ve “Bir yerde salgın bir hastalık olduğunu duyarsanız oraya yaklaşmayın; siz orada iken salgın hastalık çıktığında ise oradan ayrılmayın” hadisini nakletti.

Hz. Ömer bunun üzerine “ Çok şükür Yarabbi!” dedi ve ekledi. “ Haydi hep beraber geri dönüyoruz.”

KERPİCİN ETKİSİ

 

Bir inkarcı, alimin birine şu üç soruyu sorar:

1- Allah varsa bana göster.

2- Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görür?

3- Şeytan ateşten yaratıldığı halde ona cehennem ateşi nasıl etki yapabilir?

Alim bu soruları soğukkanlılıkla dinler. Sonra da yerden bir kerpiç parçası alıp inkarcının başına vurur. Başı yarılan inkarcı soluğu mahkemede alır. Hakim, alime sorar:

- Bunun başına kerpiç vurmuşsun öyle mi?

- Bana üç soru sormuştu, ben sorularına karşılık kerpici vurdum.

- Nasıl?

 - Anlatayım. Allah varsa bana göster demişti. Başının ağrıdığını iddia ediyorsa göstersin. İkinci olarak da her şeyi Allah yaratıyorsa suçlu neden ceza görsün dedi. Madem ki niçin beni mahkemeye veriyor. Üçüncü olarak da ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşi nasıl etki yapar diye sordu. Cevabını aldı. Topraktan yaratılan kendisine, yine topraktan olan kerpiç nasıl etki yapıyor?

 Bu cevaplardan sonra alim beraat eder.

KAYNAK: GÜRAN, Kemal, Kendi Kendine Kur'an Okulu, Akit Gazetesi Yayını, s. 215

KADERDEN KAÇMAK

 

Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:

- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin?  Derdin nedir? Söyle bana...

Adam telaş içinde:

- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..

- Peki ne yapmamı istiyorsun?"

Adam yalvarır:

- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!

Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:

- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.

Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:

- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.

Azrail (a.s) cevap verir:

- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:

- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.

Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su

DÜNYADA  ÖLÜMDEN  BAŞKASI  YALAN

 

"Hiçbir yiğidin kaza ve kader okuna karşı kalkanı yoktur."  Hazreti Ali (r.a.)

Kayseri-Kuşadası seferinde Konya yakınlarında akaryakıt tankeriyle çarpışan yolcu otobüsünün alevler içinde cayır cayır yandıktan sonra geride kalan korkunç görüntüsü hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil.

O korkunç kazada otobüsteki 48 kişiyle birlikte Türk milletinin yüreği alev alev yanmıştı ama yanmayanlar da vardı! Otobüsün metal kısımları bile yanıp kavrulurken "Dünyada ölümden başkası yalan" yazılı bir kağıt parçasının yanmaması tam bir ibret-i âlemdi.

Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Şencan Komşusu adlı genç bir kız da, o alev topu otobüste yanmaktan kurtulmuştu Fakat?!

Şencan Komşucu, Kayseri eşradından Faruk Çarşıbaşı adlı Hayırseverden burs alıyordu. Şencan, Cumhuriyet Bayramı tatilini de fırsat bilip memleketine gitmek için otobüsten yerini ayırttı. Bursunu almak için kazanın olduğu gecenin akşamı arkadaşlarıyla birlikte Faruk Çarşıbaşı'nın kapısını çaldı.

Şencan'a, resmi bazı aksaklıklardan olduğu ifade edilip resmi daireler kapalı olduğu için "Burs işini pazartesi halledelim " denildi. Şencan, ailesine iki gün daha geç gideceği için üzülmesine rağmen "geç olsun da güç olmasın" düşüncesiyle pazartesi görüşmek üzere vedalaşıp otobüs rezervasyonunu da iptal ettirdi.

Ve Şencan, kaderin garip tecellisi olarak otobüse binmekten kılpayı kurtuldu.

Pazartesi günü Faruk Bey'e sabahın erken saatlerinde gelen Şencan, Siz benim hayatımı kurtardınız. Bana cuma akşamı bursumu verseydiniz o alev yanan otobüsün içinde ben de yanacaktım. O resmi problem çıkmasaydı bursumla biletimi alarak memleketime gidecektim. Bursumu alamayınca o otobüse de binmedim. Dolayısı ile yanmaktan ve ölmekten kurtuldum." der. Daha sonra da, Faruk Bey'e teşekkürlerini ifade edip memleketine gider.

Alev otobüse binmekten son anda vazgeçip hayatı kurtulan Şencan, memleketinden döndükten sonra okula gitmek için otobüs durağına geldiğinde otobüsün hareket ettiğini görür. Aceleyle otobüsün ön kapısına yetişir ama otobüs hareket halindedir. Otobüs ana caddeye çıkmak için durunca Şencan da otobüsün kendisi için durduğunu zannederek tekrar kapıya koşar. Kapının açılacağını bekleyen Şencan ayağını kapıya uzattığı anda Şencan'ı farketmeyen otobüs şöförü hareket edince bir anda aracın tekerlekleri altında kalarak ezilir.

Feci bir şekilde yaralanan Şencan, alelacele Tıp Fakültesi Hastane'sine kaldırılır, fakat bütün müdahalelere rağmen kurtulamaz.

Evet, ecel Şencan'ı yanan otobüste değil de başka otobüste yakalamıştır.

ADERE BAK...

 

Genç adam, köyüne gidecekti. Sabahleyin   erkenden otomobiline bindi, yola çıktı. Çoluk çocuğunu yanına almamıştı. Yalnızdı. Şehrin kenar mahalleleri geride kalırken güneş doğmuş, ışıl ışıl bir gün başlamıştı. İçi içine sığmıyordu, Radyonun düğmesini çevirdi. Bir türkü: "Azrailin gelir kendi / Ne ağa der, ne efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor..."

Biraz hüzünlenir gibi oldu. Boşver, dedi; dünya işte!... Sevdiklerine kavuşacağı anı hatırladı.

Mutlulukları, sevinçleri görür gibi oldu. Ruhunu ılık bir duygu doldurdu. İç geçirdi.

Artık şehirden kurtulmuştu. Önünde yaklaşık üç saatlik bir yol vardı. Acele  etmiyor, güzel şeyler düşünmeye çalışıyordu.

Ne olduysa tam o sırada oldu. Sol taraftan silme bir otomobil geçti. Elektrik çarpmış gibi titredi. Direksiyon hakimiyetini kaybetti. Otomobil şarampole sürüklendi, ancak durabildi. Korkmuştu. "Kelle mi götürüyorsunuz? diye söylene söylene otomobilden indi.

Tehlikeli bir şekilde kendisini sollayan lüks otomobil az ilerde çaprazlamasına yolun ortasında durdu. Resmen yolu kesilmişti. Üstelik güpegündüz. Şaşırdı, biraz da panikledi. Otomobilden el kol hareketleri yaparak ve bağırıp çağırarak inen iri yarı iki adam, kendine doğru geliyordu.

"Ulan sen, canına mısusadın?"

"Kör, sağına soluna bir baksana!"

"Kaplumbağa gibi gidiyorsun."

"Neden yol vermiyorsun?" diye bağırıp çağırmaya, hakaretler etmeye devam ediyorlar; küfürler savuruyorlardı.

Genç adam şaşırmıştı. Biraz ürkek,

"Ben, kimseyi yol vermezlik yapmadım kendi yolumdan gidiyordum." diyecek oldu.

Dinlemediler bile. Biraz öfkelendi.

"Sizi şikayet edeceğim. dedi, yüksek sesle.

Sen misin onu söyleyen Biri üzerine atladı.           

"Bak ulan hala konuşuyor." diyerek yakasından tuttu. Belinden tabancasını çıkardı, başına dayadı.

"Ulan sen, kim olduğumu biliyor musun? Seni gebertsem, şahidin bile olmaz." diye bağırıyor; bir taraftan sarsıyor, tartaklıyordu

İyiden iyiye korkmaya başladı. Bir an, "galiba yolun sonuna geldik" diye düşündü.

Yakasını tutan ve başına silah dayayan kişi, arkadaşının, "bırak şu pisliği, işimiz acele." uyarısıyla yakasını bıraktı. Bırakmadan önce şarampole doğru itti. Genç adam, sendeledi, dengesini kaybetti, yere yuvarlandı. Bütün olaylar, kaşla göz arasında olup bitmişti.

Bu arada olay yerinden birkaç otomobil, birkaç kamyon ve bir otobüs geçti. Belki görenler, "ne oluyor?" diye baktılar. O kadar...

Korkudan neredeyse dili tutulan adam toparlandı, kalktı. Üstünü başını düzeltti. Biraz üzgün, biraz ürkek arabasına bindi. Torpido gözünden alelacele çıkardığı kalem ile şikayet etmeyi düşündüğü kişilerin otomobilinin güç bela aklında tuttuğu plakasını avucuna yazdı.

Tabir yerindeyse eşkıya, kuş olup uçmuştu.

Otomobilini şarampolden yola çıkardı. Canı sıkkındı. Onca mutlu andan ve güzel düşüncelerden sonra ölümle burun buruna gelmişti. Hayatında duymadığı küfür ve hakaretleri duymuş, hırpalanmış, tehdit edilmişti. Şikayet edecek olsa, nasıl ispat edecekti? Sonra bu musibet insanlardan nasıl kurtulacaktı? Olanlar, çok gücüne gitmişti. Karmaşık duygular içindeydi. Mazlum bir insan edasıyla ve sabrıyla bütün olanları içine attı. Yoluna devam etti.

Bir müddet sonra da yolun kenarındaki kalabalığı fark etti. Bir trafik kazası olduğunu düşünerek otomobilini yolun kenarına çekti. Kalabalığın olduğu yere gitti. Hurda haline gelmiş bir otomobilden çıkarılan iki ceset yere gelişigüzel uzatılmış, henüz üzerleri bile örtülmemişti.

Gördüklerine inanamadı. Emin olabilmek için otomobilin plakasına baktı, sonra göz ucuyla avucunun içine. Sarsıldı. Dili, damağı kurudu. Otomobil, o otomobil; ölenler, o adamlardı.

Kalabalığa  "Ben, bu adamları tanıyorum." diye  seslenmek istedi, sonra vazgeçti. Yazık, çok yazık!" diye geçirdi içinden ve hızla oradan uzaklaştı.

Otomobiline bindi, yoluna devam etti. Bütün olanlara rağmen yine de üzülmüştü. Mustafa USLU

EBU HANİFENİN CEVABI

 

  İmamı Azam Ebu Hanifenin çocukluk yıllarında idi. Allah diye bir yaratıcının olmadığını, her şeyi tabiatın yarattığını iddia eden ve gittiği yerlerde bilginlerle görüşerek tartışmalar yapan bir dinsiz, döne dolaşa Kufe şehrine geldi.

  Sapık fikirlerini anlatmaya başlayan bu dinsizin, Kufe bilginleriyle görüşüp münazara yapma isteğine gülen Müslümanlar; “ Bizim küçük bir bilginimiz var, eğer onunla karşılaşıp yenersen, büyük bilginlerimiz seninle görüşebilir ” diye cevap verdiler. O bunu kabul etti. Sonunda görüşme yerini ve saatini kararlaştırarak dağıldılar.

  Kufeliler salonu tıklım tıklım doldurmuşlardı. Aradan yarım saat geçtiği halde, küçük bilgin hala gelmemişti. Saatler ilerledikçe dinsiz bilgin gururlanıyor ve: “ Benden korktu tabii” diyerek gülüyordu.

  Tam bu sırada küçük bilgin Ebu Hanifenin içeri girdiği görüldü.

  Dinsiz bilgin:

  - Niçin geç kaldın küçük? Yoksa çok mu korktun? diye sordu. O da:

  - Hayır korkmadım Evimiz nehrin öte yakasında. Bu tarafa geçmek istediğimde köprünün yıkılmış olduğunu gördüm. Geçemeyeceğimi anlayınca, oradaki ağaçlara, hemen bir sandal olup, beni geçirmelerini emrettim. Onlarda sandal olup beni geçirdiler, bu yüzden geç kaldım, özür dilerim, dedi.

  Bu cevap karşısında kahkahalarla gülmeye başlayan dinsiz bilgin:

- Hey akılsız çocuk! Hiç ağaç kendi kendine sandal olur mu? deyince, birden bire ciddileşen Ebu Hanife:

  - Asıl aklı olmayan sensin! Bir sandalın bile kendi kendine yapıldığını kabul etmiyorsun da, şu uçsuz bucaksız alemin kendi kendine var olduğunu nasıl iddia ediyorsun? diye karşılık verdi.

  Bu güzel buluş karşısında şaşırıp kalan inançsız bilgin:

  - Beni gafil avladın küçük! Pekala şu varlığını iddia ettiğin Allahı göster de inanalım, dedi.

  Ebu Hanife eline bir bardak süt alarak, dinsiz bilgine sordu:

  - Yağ ve peynir neden yapılır?

  - Tabii sütten yapılır.

- Öyleyse, şu sütün içinde bulunan yağ ve peyniri göster bakalım!

  Dinsiz bilgin iyice şaşırmıştı.

- Elbette bu sütün içinde yağ ve peynir vardır, fakat görünmez dedi.

Dinsizi en zayıf yerinden yakalayan Ebu Hanife yerinden doğrularak:

Şu sütün içinde yağve peynir olduğunu kabul ettiğin halde onları gösteremiyorsun da, Yüce Allahı “ İşte Allah” diye göstermemi benden nasıl istiyorsun? dedi.

  Bu inandırıcı cevaplara rağmen hala Allahın varlığına inanmayan adam:

  - Son soruma da cevap verirsen, üstünlüğünü kabul edeceğim. Madem ki “ Allah vardır” diyorsun, şu anda o ne yapmaktadır? diye sordu. Bir an dşünen küçük bilgin:

  - Bulunduğun kürsüden aşağı in, sorunun cevabını orada vereceğimdiyerek dinsizin indiği kürsüye çıktı ve :

- Şu anda Allah, senin gibi bir dinsizi bu kürsüden aşağı indirerek, benim gibi küçük bir kulunu çıkardı, deyince, dinsiz bilginin konuşacak dermanı kalmamıştı. Binlerce insanın karşısında “ Kelime-i Şahadeti” getirerek müslüman oldu.

SİZ MÜTEEKKİLSİNİZ

 

         Hz. Ömer bir gün camiye girdiğinde, oturmuş sohbet eden bir topluluk görür. Yanlarına yaklaşıp sorar:

         -Siz kimsiniz, ne iş yaparsınız?

         -Bizler mütevekkil (Allaha tevekkül eden) insanlarız, çalışmayız, Allah her canlının rızkını yaratmıştır. Bizler vaktimizi ibadetle geçiririz.

         Bu sözlere çok kızan Hz. Ömer:

         -Sizler mütevekkil değil, müteekkil (hazır yiyici) insanlarsınız. Gerçek mütevekkil, tohumunu tarlaya atan ve ondan sonra Allaha tevekkül eden kimsedir, diye söyler ve onları camiden kovar.

BİZDEN ÖNCEKİLER DİKTİ BİZ YEDİK

 

Hayat bizimle başlamamıştır. Elbette bizimle de son bulmayacaktır. Nasıl bizden önce yaşayanlar olmuşsa bizden sonra da yaşayanlar olacaktır. Burada mühim olan, bizden öncekilerin bizlere devrettikleri hizmetleridir. 

Biz devraldığımız hizmetleri olanca azim ve fedakarlığımızla sürdürüyor, bizden sonrakilere bunu daha kamil manada devretme azminde bulunuyor muyuz? 

İşte bütün mesele buradadır. Bizden öncekilerin hizmeti gibi hizmetler üretmek, onlar gibi hayırla yad edilecek hatıralar bırakarak gitmek...

Tıpkı halife Harun Reşid'in konuştuğu ihtiyar zatın hizmet anlayışında olduğu gibi. İsterseniz bu tarihî olayı bir daha arz edeyim takdirlerinize de, bir daha hatırlayalım hizmet anlayışının nasıl olması lazım geldiğini.

Efendim, Harun Reşid bir gün atına binip şöyle bir gezinti yaparak dinlenmek istediğinden Bağdat'ın dışına çıkar, yol kenarında yaşlı bir zatın hurma fidanı dikmekte olduğunu görür. Yaşlı bir adamın hâlâ fidan dikmeye uğraştığını biraz garip bularak sorar:

-Baba, der ne yapıyorsun, bu yaştan sonra fidan mı dikiyorsun?

-Evet oğul, der, görüyorsun ya hurma fidanı dikiyorum.

-Peki, diktiğin bu hurmalar kaç senede meyve verecek dersin?

-Hiç belli olmaz oğul; beş senede, on senede, hatta yirmi senede ancak meyve verenler de olur.

-Demek ki diktiğin hurmaların meyvesini yemen, biraz şüpheli. Mademki sen hayatta iken meyve vermeyecek, o halde bu zahmetleri neden çekiyor; meyvesini yiyemeyeceğin fidanların meşakkatine neden katlanıyorsun?

İhtiyar bu defa şu cevabı verir:

-Oğul, bizden evvelkiler dikip gitmişler, biz onların diktiği fidanların meyvesini yedik. Şimdi ise sıra bize geldi, biz de dikelim de bizden sonra gelenler yesinler.

Cevap hoşuna giden Harun Reşid:

-Al baba, güzel konuştun, der kendisine bir kese dolusu altın atar. Altın dolu keseyi havada kapan ihtiyar:

-Allah'a hamd ederim ki, başkalarının diktiği fidanlar senelerce sonra meyve verdikleri halde, benim diktiklerim işte bu anda meyvesini verdi, der.

Harun Reşid, bu söze de hayran olur; ihtiyara bir kese dolusu altın daha atar. Ak sakallı zat, bu sefer de şöyle söylenir:

-Allah'ıma şükrolsun ki, başkalarının diktiği fidanlar senede ancak bir defa meyve verdiği halde, benimkiler iki defa meyve verdiler!..

Halife, ihtiyarın bu sözüne de hayran kalır ve tekrar çıkardığı bir kese altını daha atarak, yanındaki vezirine:

-Burada daha fazla konuşmayalım, yoksa bu ihtiyar bizde para bırakmayacak, diyerek oradan hızla uzaklaşır.

Arkadaş! Hizmetlerimiz ibadet hissiyle olmalı, meyvesini hemen almak düşüncesiyle olmamalı. Bizim bu ihlasımız sebebiyle, Rabbimiz meyvesini hemen ihsan ederse, ona da şükretmeliyiz.

Ama unutmamalıyız ki, bizden öncekiler hizmet etmiş, bizlere hizmet bırakmışlardır. Biz de hizmet etmeli ki, bizden sonrakilere hizmet bırakmalıyız.

Şimdi soru şudur: Var mı böyle hizmetlerin ucundan bucağından tutmak, karınca kararınca bir şeyler yapıp çorbada bir tuz bulundurmak?

Yoksa biz sadece hurma mı yiyoruz, fidan dikenlerin arasında yerimiz yok mu?

ZİNCİRLEME

 

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardim eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı,yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğle yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.

Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köse başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki... İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnini ilk defa doyurduktan sonra,bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu islik çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki,önce fakir adam uyandı,sonra bütün apartman halkı... Anneler,babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp,ölümden kurtardılar...

Bütün bunların hepsi,beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.
(Tavuk suyuna çorba adli kitaptan)

DİĞER

KONUKLAR SOFRASI

 

  ... Sofrasında eksik olmaya görsündü konuklar, nasılda hüzünlenirdi. Öyle oldu bir süre. Bir hafta misafir gelmedi kutlu evlerine. Konuklar babası mübarek İbrahim, belki bir misafir gelir diye bekleyerek yemeğin vaktini geçirdi. Gelen giden olmayınca çıktı evinden, derelere, tepelere, yollara dört bir yana bakındı.

  Kırda saçı sakalı ağarmış, yaşlı bir adamı gördü. Yaşlı adama iltifat gösterdi, merhaba dedi ve kerim insanların adeti veçhile:

  - Gözümün nuru! Tenezzül buyurun, yemeği bizde yiyelim, diye teklifte bulundu.

  Yaşlı adam, konuklar babasının cömertliğini ve konukseverliğini bildiği için kendisine yapılan teklifi kabul ederek birlikte eve doğru yürümeye başladılar.

  Ev halkı o gösterişsiz, söğüt gibi yaşlı adamı izzet ikramla karşıladılar. Hemen sofra yayıldı., oturdular. Yemeğe başlarken oturanların tümü Bismillah dedikleri halde, yaşlı adamdan ss çıkmadı. Konuklar Babası:

  - Ey çok görüp çok yaşamış adam! Yaşlılar sadık olurlar dinlerine, Allah’a yana yana yakarıp dua ederler. Sende, bundan eser göremiyorum. Niçin susuyorsun? Yemeğe başlarken Razzak olan Cenabı Hakkı gereğince anmak şart değil mi? dedi.

  Yaşlı adam cevap verdi:

  - Puta tapan efendimden böyle bir şey söyleneceğini işitmemişimdir. Başka türlü hareket edersem ona karşı saygısızlık edeceğimden korkarım.

  Konuklar Babası İbrahim, kötü talihli yaşlının puta tapar olduğunu anladı. İslama yabancı olduğu ve temiz insanlar gözünde sapkın, murdar sayıldığı için yaşlı adamı uzaklaştırdı kutsal evinden.

  Bu olay üzerine Cebrail (as) Cenabı Hak tarafından Konuklar babasına gönderildi. Heybetle bildirdi, Cebrail, Allahın buyruğunu:

  - Ya İbrahim! Ben, o yaşlı adamı yüz yıldır yaşatıyorum, rızkını veriyorum. Sn ondan çekindin, uzaklaştın, ona bir öğün yemek vermedin. O, putperest ise kendine. Sen ondan cömertlik elini çektin.

  Bu ilahi uyarı ve hitap üzerine konuklar babası İbrahim, yaşlı adamın peşinden koştu, gönlünü alıcı sözler söyledi.

Nedenini sordu yaşlı adam.

Konuklar babası anlattı ve açıkladı onları.

Yaşlı adam ağlayarak.

- Ne Yüce Rabbdir ki, senin Rabbin, benim gibi aciz bir ihtiyar için Ulu peygamberine uyarıda bulunup hitap ediyor. Konuklar babasının dini ne güzel dindir, dedi. Putperestliği terketti. Müslüman oldu.Konuklar babasının sofrasında ağırlanma onuruna kavuştu.

FATİH SULTAN MEHMET VE ADALET

 

Fatih Sultan Mehmed Han'ın adalet anlayışı ile ilgili bir olay var ki akılları hayrete düşürür. Sultan Fatih bir cami yaptırıyordu. Bu caminin mimarı işinin ehli olan bir Rum'du. Mabed yapılırken kullanılacak mermer sütunları konusunda bu Rum mimar ile Sultan Fatih arasında bir anlaşmazlık çıktı.

Rum mimar, bu sütunları yaparken mimariye uygun olması gerekçesi ile Fatih'in dediği şekilde değil de, kendi düşüncesi doğrultusunda yaptı.

Bunu gören Fatih öfkelendi. Rum mimarın, caminin estetiğini bozmak için böyle yaptığını düşünerek onun elini kestirdi. Eli kesilen Rum, Sultan Fatih'den davacı olmak için kadı Hızır Çelebi'ye giderek müracaatta bulundu. Hızır Çelebi, Rum mimarı dinledikten sonra bilirkişi heyetinden bu meseleyi araştırmalarını istedi. Araştırma ve inceleme sonucunda tesbit edildi ki: Rum Mimar, caminin estetiği bozulsun da kötü gözüksün diye değil, gerçekten de mimariye uygun olsun diye öyle inşa etmiş.

Anlaşıldı ki Fatih haksız. İstanbul ile birlikte nice ülkeleri ve krallıkları fetheden, çağ açıp çağ kapayan Sultan Fatih, sanık sandalyesinde yargılanıyor...

Hüküm Verildi... Kısas'a kısas yapılacak. Rum mimarın elini kestiren Fatih'in de eli kesilecekti.

Rum mimar kararı duyunca şaşkınlıktan neredeyse dilini yutacak, yoksa bu bir rüya mıydı? Kendisi gibi sıradan bir mimar, gayrimüslim olmasıyla beraber, İslam memleketinde, Müslümanların padişahı karşısında haklı bulunarak mahkeme kararı lehinde çıkıyordu. Peki bu karara acaba Padişah ne diyecekti? Kendisi ile beraber kadı da gümbürtüye mi gidecekti yoksa?

Fatih büyük bir teslimiyette hükme razı oldu ve "şeriatın kestiği parmak acımaz" diyerek cezaya boyun eğdi.

Bu arada Fatih, kadıya dönüp kılıcını göstererek şöyle dedi:

Ey kadı! Şayet ben padişahım diye korkup haksız olduğum halde lehime hüküm verseydin, vallahi şu kılıçla başını uçururdum!

Kadı Hızır Çelebi'de hemen yanı başındaki asılı olan topuzu göstererek:

Sultanım! Şayet sende Padişahlığını öne sürüp bu İslam mahkemesine saygısızlık etseydin, vallahi şu topuzla müdahele edecektim!..

Bu durumu gören Rum mimar adeta kendini kaybetmiş, yerlere kapanmış, hıçkırıklarla, gözyaşlarıyla ağlayarak diyordu ki:

-Hepiniz şahit olun ki!

Ben davamdan vazgeçiyorum ve bu adalet anlayışı karşısında müslüman oluyorum!..

Bilirkişi heyetinin tarafsız tesbitinden, hakimlerinin adaletine, sultanlarının hükme rızasına kadar her hareketleri payitahtı güçlendirmiş ve Devleti Osmaniye, kılıç ve kalemin gölgesinde yükseldikçe yükselmiş, üç kıta, yedi devlette at koşturmuş ilayı kelimetullahı her bir yana ulaştırmışlardı...

GIYBET

 

FAKİH diyor ki:

-Babam bana bir hikaye anlattı; dedi ki:

Gönderilen peygamberlerden biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:

-"Sabah olunca , karşına ilk çıkanı ye. ikinci çıkanı sakla üçüncü çıkanın dileğini kabul et dördüncü geleni üzme. Beşinciden de kaç."

Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi:

-Rabbim bana bunu yememi emretti.

Sonra , şöyle dedi:

-Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez. Onu yemeğe karar verdi. Dağa doğru yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup yedi, Baldan tatlı buldu. Allah'a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı.

Şöyle dedi:

-Rabbim , bunu da saklamamı emretti.

Bir çukur kazdı. onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı. Geri döndü, tekrar gömdü Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yüne toprak üstüne çıktı. Kendi kendine:

-Ben emredileni yaptım, diyerek bırakıp gitti.

Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu.

Kuş ona şöyle dedi:

-Ey Allah'ın peygamberi, beni sakla. Bana yardım et. Onu aldı. Koynuna sakladı.

Peşinden şahin geldi; şöyle dedi:

-Ey Allah'ın peygamberi, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak istiyorum. Kısmetime engel olma.

Kendi kendine şöyle dedi:

-Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi. yaptım. Dördüncüyü üzmemem emredildi.

Şimdi ne yapacağım.

Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı;kendi uyluğundan bir parça et kesti.

Şahine attı; o da kapıp kaçtı.

Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı.

Akşam olunca şu duayı yaptı:

-Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne se bana bildir.

Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı.

-Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur.

İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar.

Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme.

Dördüncüsü şudur: Bir insanin sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun.

Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç.

Şüphesiz herşeyi bilen Allah'tır.

AKILLI İNSAN

 

Akıllı insan, insanları idare etmesini bilen insandır.

İki arı havada uçarken karşı karşıya gelip burun buruna vuruşmaya başlarlar. O sırada oradan geçmekte olan bir arıbeyi, neden burun buruna vuruştuklarını sorunca biri der ki:

Baksana şu yaban arısına, önüme çıktı, hedefime uçmama mani oluyor. İleriye doğru gitmeme izin vermiyor. Bunun için burun buruna vuruşmak zorunda kalıyorum!

Arıbeyi ikazını yapar. Der ki:

Koskoca havada burun buruna vuruşmaya hiç gerek yoktur. Sen seviyeni birazcık yükselt, göreceksin önünün bomboş olduğunu!

Gerçekten de bal arısı bir kanat çırpar, seviyesini birazcık yükseltir, bakar ki hedefi bomboştur. Uçup gider maksadına doğru.

Evet, önünüze çıkan engellerle uğraşıp durmayın, bırakın onu, siz seviyenizi yükseltin, göreceksiniz ki, önünüz bomboş. Uçup gidersiniz istikbalinize doğru.

Ama kilitlenirseniz koskoca boşlukta birine. Kalırsınız oracıkta. Ne hedef kalır, ne de istikbaliniz. Vuruş bakalım vuruştuğun kadar. Bitmez tükenmez bir dedim ki, dedi ki, sürüp gider.

Muhataplarla geçinmeyi bilmeyişin, idare etmeyi öğrenmeyişin sevimsiz örneğidir bu.

YANMAK

 

Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir isçiydi.

İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helal olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi . Her gün binlerce ekmek çıkaran fırın oldukça büyüktü. Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle Hikmet yapardı.

Dini bir bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için fabrikaya gitti. Dış kapıyı kilitledi . Işıkları yaktı, fırının kapağını açıp içerisine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan sonra gidecek, sabaha karşı dörde doğru gelen isçiler gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup hazır hale getirene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı.

Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkatıp ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtı. Hayret, içerideki lambalar açık unutulmuştu. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık unutulan fırın kapağını eli ile şöyle bir iteledi. Çıkarken, ışıkları söndürmeyi ihmal etmedi. Elektriklerin sönmesi ile Hikmet hemen fırın kapağına koştu. Fakat, heyhat kapak üzerine kapatılmıştı. Var gücü ile bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı.

Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05'i gösteriyordu. Yaklaşık 5 saat kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Yanmak onun için bu dünyada başlayacaktı. Yavaş yavaş ısınacaktı fırın... Evvela terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık artacak, yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak... Vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti... Ah, o en güzeli idi. Bir delirebilse idi. Düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Kim bilir bütün vücudu nasıl sızlayacaktı? Vücudunda ağrıyı sızıyı duyuran bütün sinirler feryat ü figan edeceklerdi. Dayanilir miydi, dayanabilir miydi buna? En uç noktadaki sinir hücresine varana kadar ulaşano müthiş sızıya...

Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı... yanığın ilk safhası bile değildi ama, hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti. Birkaç gün önce idi. İsçilerle açıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde saatlerce tutmuştu. Ya şimdi?.. Yanan iki parmak ucu değil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filmlerde gördüğü yanan adamlar canlandı. Hikmetin hali daha zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu... Adım adım, hissede hissede... Terleye, çıldıra, dövüne dövüne... İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını yakmış miydi yoksa? Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu? Aman Allah'ım! Beklenen an ne çabuk gelmişti. Saatine baktı, saat gecenin 01.00'i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Ömürleri yanmak vaktini meyve veren insanlar gibi...

Elleri ile duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım... Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte... Biraz sakinleşti. Evini düşündü.

Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken?.. Hayat arkadaşına karşı daha nazik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu... Bir gün evvel kaza ile kırdığı camdan ötürü dövmüştü. Keşke, dövmeden evvel kırılsaydı eli, diye düşündü. Onlardan da mesul olduğu için onların hesabını da verecekti Allah'a... Keşke hanımının dediğini yapsaydı.

-Birlikte namaza başlayalım, demişti.

-Hayır, biraz daha yaşlanalım, diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti. Niçin sanki fırına gelirken içeriye girmemişti? Müezzin, gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmişti; Allah'ın büyüklüğünü, kurtuluşun onun yolunda olduğunu haykırmıştı.

Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı... belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. "Ah kafam ah!" diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hali ne güzeldi. Kıldığı bir vakti muhakkak onun eda ettiği son vakit olacaktı ve Rabbi'nin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi.

Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne , başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta, her türlü pisliğin televizyon ekranlarından üzerine sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah'ını, Peygamberini niçin sevdirmemişti. Aklı çocuğuna gitti... Gençliğine uğradı. Tek tek dolaştı eski günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Evlendiği yıllar, annesini, babasını üzdüğü günler... Ah, bilse hiç yapar miydi? Başkalarına söylediği rahatsız edici en küçük sözden bile rahatsızlık duydu. İnsan bütün yaptıklarını tekrar karşısına çıkacağını unutmasaydı hiç hata yapar miydi? Hatasız olmasa da hatasızlığa yakın olabilirdi.

Aklına bir fikir geldi. Fırının içinde teyemmüm edip namaz kılsaydı. Toprak yoktu ki... Fakat olsun... Hiç kılmamaktan iyiydi. Belki, bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanılabilirdi ki? Aslında her namazda öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbi ile konuşur gibi hissetti.

Alemlerin Rabbine hamd etmeyi, ona dayanmayı, ondan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa iliklerine kadar duyarak. Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbinden gelmişti ve ona dönüyordu. Ah dönüşün ona olduğunu hiç unutmamış olsaydı yoruldukça oturup tövbe etti, estağfurullah çekti. Dinlenince tekrar namazına devam etti. Nasıl daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler bastı.

Cengiz, eve gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15'di. Acayip bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet, Fırının içinde alev alev yanıyor, "Cengiz" diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden akşam aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet'in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Evleri de fırına uzaktı. 3.45'de fırına geldi. Gece isçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, Işıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi "Hikmet!" birkaç defa bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, adının söylendiğini duyunca irkildi Olamazdı. Yanlış duyuyor, hayal görüyor olmalıydı. Fakat yine duydu. Birisi "Hikmet" deyip duruyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı. Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz'i gördü. Fırından çıktı.

Cengiz, bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla "kimsin sen? Dedi. Hikmet'in Cengiz'e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hala ağlıyordu.

- Ne demek, dedi, sen kimsin? Hikmet'im işte görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı.

Olamaz, diyordu Cengiz. Sen Hikmet değilsin. Hikmet Cengiz'i anlayamıyordu.

Nasıl böyle söyler, Nasıl tanıyamazdı? Aklına geldi. Hemen aynaya doğru koştu. Baktı...

Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı. Ellerini, kırışmış, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu.

Bir daha aynaya bakamıyordu.

Kendisinden korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler, kim bilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı ellerinin arasında kalakaldı.

BİR KOLU VE BİR BACAĞI VARDI

 

Vietnam'da savaştıktan sonra, sonunda evine dönmekte olan bir asker hakkında bir hikaye anlatılır;

Asker San Francisco'dan ailesini aradı.

"Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum."

"Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz" diye cevapladılar. Oğulları,

"Bilmeniz gereken birşey var" diye devam etti.

-"Arkadaşım savaşta ağır yaralandı. Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum."

"Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz."

"Hayır, anne, baba, onun bizimle yaşamasını istiyorum.

"Oğlum" dedi babası, bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır.

"Oğlu o anda telefonu kapattı ve ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Firancisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler. Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı!...

HİZMET EDEN MİSİNİZ, EDİLEN Mİ?

 

İsterseniz bir de Allah Resulü Efendimiz (sas)'e bakalım. Hizmet edenlerin mi, yoksa edilenlerin mi içinde olmayı tercih etmektedir görelim.

Bir savaş dönüşünde mola verilmiş, öğle yemeği hazırlamak isteyen ashab kesecekleri koyunun hizmetini konuşuyorlar.

Biri, ben koyunu getireyim, öteki ben de keseyim, bir başkası da et hazırlamada görev alayım, derken Allah Resulü de oturduğu yerden kalkıyor ve şöyle diyor:

Ben de ötelerden odun toplayıp da ateşi yakayım.Diyorlar ki:

Haşa, yâ Resulallah! Siz oturun, biz hizmetin hepsini de yapar huzurunuza getiririz!

Şöyle buyuruyor Allah Resulü:

Bilirim ki siz bütün hizmeti yapar, ayağıma getirirsiniz. Ancak ben başkaları hizmet ederken, seyirci kalmak istemem. Ben de hizmet edenler arasında yerimi almayı tercih ederim. Seyirci kalmak bana ağır gelir. Hizmet etmek mutluluk verir.

İşte Allah Resulü hizmet edilen değil de eden olmayı böyle tercih ediyor, tüketen değil de üretenden olmayı böyle ibretimize sunmuş oluyor.

*Nitekim bir adam hakkında konuşulurken biri şöyle bağladı sohbeti. Dedi ki:

Ben onunla hacca gittim, çok ibadet eden birisidir. Her konaklamada hemen namaza durur, çok ibadet ederdi.

Efendimiz şöyle sordu:

Her konaklamada ibadet ederdi de devesinin yemini, suyunu kim verir, kendisinin hizmetini kim yapardı?

Dedi ki:

Hizmetini biz yapardık.

Efendimiz burada da tarihî sözünü şöyle söyledi:

Demek ki siz ondan çok ibadet etmişsiniz! Çünkü o, hizmet edilenlerden olmuş, siz ise hizmet edenlerden.

*Bu konuda en çarpıcı bir misal de meşhur Bağdat vaizi Yahya bin Muaz'ın kardeşine söylediklerinde. Mekke'de mücavir kalan kardeşi gönderdiği mektubunda der ki:

Mekke'de durumum çok iyi. Bir de hizmetçim var, bana çok iyi hizmette bulunuyor.

Hicri 235'in ünlü vaizi kardeşine gönderdiği cevabında şöyle ikazda bulunur:

Hizmet edilen olmakla iftihar etme de hizmet eden olmakla iftihar et. Zira hizmet edilmek Allah'a mahsustur. Hizmet etmek de kula mahsustur. Sen Allah'a mahsus sıfatla muttasıf olmayı düşünme de kula ait sıfatla muttasıf olmaya çalış.

Misalleri burada kesiyor, kendimize sorular soruyoruz.

Bizim halimiz nasıl, durumumuz nedir? Hizmet etmeyi mi tercih ediyoruz, yoksa hizmet edilmeyi mi? Allah'a mahsus sıfat mı, yoksa kula mahsus sıfat mı?

RÜYADAN  GERÇEĞE

 

Osmanlı Beyliği'nin kuruluş günlerinde, zamanın büyük alimlerinden Şeyh Edebali Söğüt yakınlarındaki bir dergahta oturuyor, Ertuğul Gazi'ye ve oğlu Osman Bey'e yardımcı oluyordu.

Osman Bey bir gün O'nun evinde misafir olmuştu. Geceyi geçireceği odada bir Kur'an-ı Kerim duruyordu. Yorgundu, yatmak istiyordu ama, bu yüce Kitab'a saygısından dolayı bir türlü yatıp uyuyamıyordu. Derken bir an daldı, kendisinden geçti ve rüya alemine daldı...

Gördü ki, Edebalı'nın koynundan bir ay doğdu. Ay dolunay haline gelince inip kendi koynuna girdi. O anda kendi göbeği üzerinde bir çınar ağacı bitip büyümeye, yükselmeye başladı. Ağaç büyüdükçe yeşillendi, güzelleşti.Dallarının gölgesi bütün dünyayı kapladı. Evliya Çelebi'nin söyleyişiyle, o ağacın gölgesinde dağlar var, dağların dibinden pınarlar çıkar ve salınıp akarlar. Kimi bağını sular o sularla, kimi de çeşmeler yapıp akıtır...

Sonra, ağacın yanında dört sıra dağlar gördü ki bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkanlar'dı. Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri çıkıyordu. Bu nehirlerin üzerinde gemiler yüzüyordu. Tarlalar hep ekinlerle ve başka ürünlerle doluydu. Dağların tepeleri ormanlarla kaplıydı, vadilerde şehirler kurulmuştu. Şehirlerde camiler yapılmış, minareler arşa yükseliyordu. Camilerin altın kubbelerinde birer hilal ışıldıyor, minarelerinde müezzinler ezan okuyor ve o ezanlar ağaç dallarındaki kuşların cıvıltılarıyla karışıyordu. Öyle bir an oldu ki, ağacın yaprakları kılıç gibi uzamaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp bu yaprakları İstanbul'a doğru çevirdi. Şehir, iki denizin ve iki karanın birleştiği yere kurulmuş, bir elmas yüzüğün kıymetli taşı gibi orada duruyordu.

Osman Bey bu yüzüğü alıp parmağına takıyordu ki, uyandı!

Sabah olunca Osman Bey bu rüyayı Şeyh Edebalı'ya anlattı. Şeyh rüyayı şöyle yorumladı:

"Osman bir devlet kuracak ve üç kıtaya hakim olacaktır."

Sonra da, kızı Malhun Hatun'u Osman Bey'e eş olarak verdi.

Osman Bey, çok önceden, babasının sağlığında belirledikleri hedefe yani Bizans'a doğru ilerlerse, bu rüyanın gerçekleşeceğine ve Şeyh Edebalı'nın haklı çıkacağına inanıyordu. Ne yazık ki kendisi,

Bursa fethedilmek üzereyken öldü. O büyük emelinin gerçekleştirilmesi artık oğluna kalıyordu.

GELİNCİK VE BEBEK

 

         Yıllar önce genç bir kızla bir erkek evlenmişler. Genç aile ormanın kenarında yalnız ve kendi başlarına bir hayat sürüyorlarmış. Derken kocasının vadesi yetip vefat eden kadıncağız hayatta yalnız kalmış. Çaresiz  kadere rıza göstererek hayatın çilesini yalnız başına yüklenmek zorunda kalmış. Artık o, biricik evlâdı ile birlikte ve ondan bir an bile ayrılmadan hayatını sürdürmeye başlamış. Bütün acısını onunla paylaşıyor, onunla dertleşiyor ve onunla avunuyormuş. Derken bir gün bebeğiyle birlikte ormanda dolaşırken yavru bir gelincik bulmuş. Hem yavru gelinciğe yardımcı olmak ve hem de onun kendilerine bir arkadaş, bir ses ve bir dost olabileceğini düşünerek eve getirmiş. Evlerinde artık üçüncü bir eğlenceleri olmuş. Gelincik hem bebeğe arkadaşlık yapıyor hem de kadına ses oluyormuş. Gelincik  onlara onlar gelinciğe öylesine alışmışlar ki artık o da adeta aileden biri haline gelmiş. Gelincik aileye ayrı bir renk ve ayrı bir huzur katmış. Derken günün birinde kadıncağız çocuğunu gelincikle yalnız bırakarak ormana gitmek zorunda kalmış. Aslında bu duruma gönlü hiç razı değilmiş ama başka çaresi de yokmuş. Ormanda epey bir süre oyalanan genç kadın işini bitirdikten sonra evinin yolunu tutmuş. Bir taraftan da evde yalnız bıraktığı biricik evladını düşünüyormuş. Acaba kendisine bir şey oldu mu diye merak ediyormuş. Bu endişe içerisinde eve ulaşmış. Evinin kapısına tam vardığında bir de ne görsün! Gördükleri karşısında şaşkına dönen kadın yerde ağzı kanlar içerisinde yatan gelinciği görünce hiç düşünmeden üzerine saldırarak onu hemen orada boğarak öldürmüş. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra diğer odadan çocuğunun ağlama sesini duymuş ve heyecanla odaya koştuğunda heyecanı bir kat daha artmış. Bir de ne görsün çocuğu beşikte yatıyor ve beşiğin hemen yanında kocaman bir yılanın cansız cesedi durmuyor mu? O an yaptığı hatayı anlamış. Ama artık iş işten çoktan geçtiği için yapacak bir şey de yokmuş. Hiç düşünmeden verdiği kararın bedelini çok ağır bir şekilde ödemiş.

         BİZLER DE GÜNLÜK HAYATIMIZ DA BUNA BENZER HATALAR YAPMIYORMUYUZ ACABA!

 

“ÖNYARGILARI YIKMAK ATOMU PARÇALAMAKTAN DAHA ZORDUR”

                                                                                                           Albert AİNSTAİN 

YÜCE AHLAKLI ASKER

 

İsmi cihanı tutan Padişah Yavuz Selim Han, Mısır seferine çıkmıştı. Ordu, İstanbul-İzmit arasındaki, bağ ve bahçeleri ile ünlü Gebze mevkiinde konaklamıştı. Bir ara Yüce gönüllü Padişah, Yeniçeri Ağasına:

- Ağa dedi, canım elma istedi, pazardan satın alınız.

Fakat o demlerde pazarda elma yoktu... Hatta askerlerin dağarcıklarında bile tek elma bulmak mümkün değildi.

Ağa soluk soluğa Padişahın huzuruna geldi:

- Hünkarım, dedi; bir tek elma bile bulamadım!

Yavuz’un yüzünde celal şimşeği:

- Asker kullarımda da mı yok?

- Yok Hünkarım! Dağarcıklarını arattım hiç birinde tek elma çıkmadı.

Büyük cihangirin yüzü güneş güneş parıldadı:

- Eğer, dedi, bir askerin üstünde, halkın bahçesinden koparılmış bir tek elma çıkmış olsaydı; Mısır seferinden vazgeçecektim!...

Şanlı Padişah ordusunun ahlakını denemek için böyle yapmıştı. İman ordusu billurlar gibi duru ve berraktı.
BİR MUMU SÖNDÜRÜP DİĞERİNİ YAKTI

 

Bir gün Abdurrahman bin Avf, Müminlerin Halifesi Hz. Ömer’i ziyarete geldi. Selam verip oturdu.Halife Hz. Ömer yanan mumu söndürüp sonra başka bir mumu yaktı.

Bu durum misafirin dikkatini çekmişti, Hz. Ömer’e:

-Ya Emirel Müminin! Önünüzde bir mum yanıyordu. Onu söndürdünüz. Yine ona benzer diğer bir mumu yaktınız. Bunun bir hikmeti olsa gerektir.

Emirel Müminin Hz. Ömer tebessüm ederek:

-Ya Abdurrahman! Söndürdüğüm mum devletin malıdır. Yaktığım mum ise kendi paramla aldığım mumdur. Devlet işlerini görürken devletin mumunu yakarım, şimdi seninle sohbet ederken devletin mumunu yakmam helal olmaz, onu söndürdüm, kendi şahsi mumumu yaktım. Böyle yapmazsam Allaha nasıl hesap veririm, dedi.

Abdurrahman bin Avf:

-Ya Rab! Hattaboğlu Ömer’i başımızdan eksik etme diye dua etti.

KAZ

 

Çok soğuk bir kıs günü padişah, tebdili kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına bas vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.. 

Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyari selamlamış.

"Selamünaleyküm ey pir'i fani..." 

" Aleykümselam ey serdar'i cihan... 

"Padişah sormuş." Altılarda ne yaptın ?" 

" Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." 

Padişah gene sormuş. " Geceleri kalkmadın mi ?" 

" Kalktık...Lakin, ellere yaradı...

"Padişah gülmüş. " Bir kaz göndersem yolar misin ?" 

" Hem de cıyaklatmadan..

" Padişahla bas vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah bas vezire dönmüş.

" Ne konuştuğumuzu anladın mi ?" 

" Hayır padişahım...

" Padişah sinirlenmiş. " Bu aksama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım."

Korkuya kapılan bas vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş.

Bakmış adam hala orada çalışıyor..

" Ne konuştunuz siz padişahla...

" Adam, bas veziri söyle bir süzmüş.

" Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim..

" Baş vezir, yüz altın vermiş.

" Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.."

" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi..

" Vezir kafasını kaşımış. " Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek...

" Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. 

" Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.

" Vezir bir soru daha sormuş... " Geceleri kalkmadın mi ne demek ?

"Adam bir yüz altın daha almış. " Çocukların yok mu diye sordu..Var, ama hepsi kız.

Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...

"Vezir gene kafasını sallamış. " Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...

" Adam gülmüş." Onu da sen bul..."

20 DOLAR

 

Meşhur bir hatip konuşmasına 20 dolarlık bir banknotu elinde tutarak başladı. 200 kişilik salonda: 

"Bu 20 dolarlık banknotu kim ister?" diye sordu.

Salonda eller tek tek havaya kalkmaya başladı. 

"Tamam bu 20 doları İçinizden birine vereceğim, ama önce lütfen izin verin bir şey yapayım" dedi ve banknotu buruşturmaya başladı.

Tekrar sordu: "Hâlâ kim istiyor?" Salonda aynı eller havaya kalktı. "Pekala, şunu yaparsam ne olacak bakalım?" dedi.

Banknotu yere attı ve ayakkabısının altında ezmeye başladı. Bir süre sonra eğildi ve parayı aldı. Banknot kirli ve buruş buruş olmuştu.

"Hâlâ isteyen var mı?" diye sordu.

Salonda eller tekrar havaya kalktı. "Arkadaşlar, sanırım hepiniz çok önemli bir ders öğrendiniz. Paraya ne yaparsam yapayım siz hâlâ onu istemeye devam ettiniz, çünkü biliyordunuz ki bu banknot değerinden bir şey kaybetmedi. Hâlâ 20 dolar değerinde bir banknot!"

İşte bunun gibi hayatınızda çok defalar verdiğimiz kararlar yüzünden ya da karşı karşıya geldiğimiz durumlar yüzünden yere düşeriz, çiğneniriz, üstümüz başınız kirlenir, çamur oluruz. Ama başımıza gelenler ya da gelecekler, ne olursa olsun Allah'ın gözünde değerimizi asla kaybetmeyiz. Kirli ya da temiz, buruşuk ya da ütülü olalım O'na göre bizler hâlâ paha biçilmeziz.

Hayatımızdaki bu değer yaşadıklarımıza ya da tanıdıklarımıza göre değil, kim olduğumuzu bilmemize göre gelir! Çünkü sizler özelsiniz, bunu asla unutmayın! Küçücük bir mesajın bile kalplere ne zaman işleyeceği hiç bilinmez. Bu yüzden sıkıntılarınızı değil, nimetlerinizi, size verilen lütufları saymaya bakı.

HIRSIZLIK VE ALLAHIN SOPASI


Hz.Mevlana, çok ibret dersi veren bir hırsızın başına gelenleri şöyle anlatır.

Vaktiyle hırsızın biri, bir bahçeye girer. Bahçede en güzel bir meyve ağacının başına çıkar, meyvelerin iyi ve olmuşlarına uzanamaz. Dalları silkerek meyveleri yere dökmeye başlar. Dalların hışırtısından bahçe sahibi durumu görür, koşarak ağacın yanına gelir. Adama bağırır:

- Hey nadan herif, ne yapıyorsun ? Kimsin ?. Bütün meyvelerim yere serildi. Allah'dan korkmazmısın? bahçemin meyvelerini mahvediyorsun, der.

Ağaçtaki hırsız hiç oralı olmaksızın; sanki kendi malıymış gibi konuşur:

- Ne bağırıyorsun be adam. Tanrı'nın bağından, Tanrı'nın kulu bir meyve yerse bu suç mudur ? Nedir yani, ne demek istiyorsun ? der. Bahçe sahibi:

- İn bakalım aşağıya in de görüşelim der.

Hırsız adam iner, bahçe sahibi, hırsızın elini kolunu güzelce bağlar. Hizmetçisini çağırır.

- Al şu sopayı. Vur şu herife der.

Hizmetçi sopayı vurdukça, hırsız feryad eder !

- Aman efendim ne olur ? Yapmayın, etmeyin. Allah'tan korkun... diyerek bağırıp çağırır. Bahçe sahibi:

- Ne bağırıp çağırıyorsun be adam ! Sopa Allah'ın, vuran Allah'ın bir kulu, Allah'ın bir buyruğunu yerine getiriyor, bunun ne günahı var?.. der.

İŞ BİLENE CAN KURBAN

 

Gazneli Sultan Mahmud, bir av merasiminden dönerken bir köyde, Ayas adında bir delikanlı ile tanışmıştı Ayas'ın söz ve davranışlarındaki farklılık, bunlardan yansıyan zeka parıltıları karşısında Sultan Mahmud, bu delikanlıda bir cevher olduğunu sezmiş ve onu kendi rızası, ana-babasının izniyle Gazne'deki sarayına götürmüştü

Ayas, sarayda sultanın emriyle yoğun bir eğitim ve öğretime tabi tutuldu Tahminlerin ötesinde zeki ve başarılı bir genç olduğu görüldü Her öğretileni hemen belliyor, köyden gelmişliğini hissettirmemek için bir yanlışlık yapmamaya aşırı dikkat gösteriyordu

Sonuçta Ayas, Sultan Mahmud'un istediği nitelikte bir elaman olarak yetişti ve sultanın emrine girdi Kendisine hangi görev verilse hakkından geliyor, her işte hükümdardan tam not alıyordu Sultan Mahmud Ayas'ı keşfettiğine içten içe memnun oluyordu

Ayas, sarayda liyakat ve yetenek isteyen görevler için adı akla ilk gelen kimse olmuştu Sultanın bir paye verdiği kimseler içinde en güvendiği, en gözde kişi Ayas'tı Bunun için Sultan'ın maddi ve manevi iltifatlarına mazhar oluyordu Bu durum Ayas'la aynı rütbedeki vezirler ve diğer yüksek dereceli memurların kıskançlığına, Ayas hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyordu Ama Sultan Mahmud herşeyden haberdardı Bir gün vezirlerinin kumandanlarının katıldığı bir gezi düzenledi Bu gezi sırasında yakınlarından geçmekte olan bir kervan Sultan Mahmud'a, Ayas'ın değerini kanıtlamak için aradığı fırsatı verdi Sultan Mahmud, vezirlerinden birini çağırdı ve ona,

- Git, şu kervan nereden geliyormuş sor, dedi Vezir gitti sordu ve döndü:

- Sultanım, bu kervan Çin'den geliyormuş

- Peki nereye gidiyormuş?

- Onu sormadım efendim

Sultan Mahmud bunun için bir başka vezir çağırdı ve ona,

- Git şu kervan nereye gidiyormuş öğren dedi Vezir öğrenip geldi:

- Sultanım Mısır'a gidiyormuş

- Anlaşıldı, yükü neymiş?

- Onu öğrenmedim efendim

Böyle kaç tane vezir denedi, kervan hakkında tatminkâr bilgi edinemedi Bunun üzerine mevcut vezir ve diğer yetkililere şöyle dedi:

- Ayas'ı çekemediğinizi, hakkında ileri geri konuştuğunuzu, gözden düşürmeye çalıştığınızı biliyorum Benim Ayas'a değer verişim sahip olduğu engin kabiliyetlerden, verilen her görevde gösterdiği ustalık ve beceriklilikten dolayıdır Beşinizin, onunuzun birlikte üstesinden gelemediği bir işi tek başına hak edebilmesi sebebiyledir En basiti şu kervan hakkında hanginizi görderdimse yeterli bilgileri edinemediniz Halbuki daha önce böyle bir konuda Ayas'ı denedim, bir seferde tekmil bilgiyi, akla gelebilecek tüm soruların cevabını öğrenip beni aydınlatmıştı İşte benim Ayas'ı tutmamın, ona farklı muamele yapmamın sebebi budur

ÇOCUKLARDAN ABDEST ALMASINI ÖĞRENEN İHTİYAR

 

Bir gün bir yaşlı bir Müslüman çeşmeden abdest alıyordu. Peygamber Efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ( ra ) da orada oynuyorlardı. Baktılar ki ihtiyar abdesti yanlış alıyor. Yanına sokulup beklediler. İhtiyar abdestini bitirdi, cebinden mendilini çıkarıp kurulanırken çocuklar:

“Selamün aleyküm” bey amca, abdestinin hayrını gör dediler. İhtiyar müslüman: “ Sağ olun evlatlar, Allah sizden razı olsun” dedi. Çocuklar:

“Bey amca, sizden bir ricamız var; bir kardeşimle bir bahse giriştik. Biz ikimiz de bir abdest alalım sen bir bakıver, hangimizin abdesti doğru...”

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin her ikisi de ayrı ayrı abdest aldılar. Yaşlı amca da dikkatle onların abdest alışlarını takip ediyordu. Çocuklar:

“ Nasıl bey amca, hangimizin aldığı abdest doğru? Benim ki mi usulüne uygun, kardeşimin ki mi? Sen bize şimdi söyle de bir daha yanlış abdest almayalım. Hem sana dua ederiz. Bir kelime öğretsen sana da sevabı var. Sen daha iyi bilirsin. Yaşlısın; biz daha çocuğuz” İhtiyar Müslüman:

“Çocuklar her ikinizin de abdesti doğrudur, hem tıpkı aynıdır. İkinizin de aldığı abdestin arasında hiçbir fark yoktur. Abdesti yanlış ve eksik alan benmişim, bu yaşıma gelmişim de doğru dürüst abdest almasını öğrenememişim. İşte şimdi sizler bana doğru abdest almasını öğrettiniz. Sağolun, var olun. Allah sizlerden razı olsun. Siz kimin evlatlarısınız bakayım, isimleriniz nedir,. Siz bana çok büyük bir iyilik ettiniz” Çocuklar:

“ Babamız Hz Ali’dir, biz Hasan’la Hüseyin’iz. Hem Hazreti Peygamberin torunlarıyız dediler.”

İhtiyar müslümanın gözlerinden tesbih tanesi gibi yaşlar geldi, çok duygulandı, pek memnun olduğunu anlatmak için şöyle dedi:

“ Evet, belli, belli... Dine çok uygun davranış ve hareketiniz, terbiye ve nezaketinizden belli. O yüce Peygamberin torunları ve Hz. Ali’nin evlatları olduğunuz, Peygamberimizin biricik kızı Fatımatüz-Zehra’nın ciğer pareleri olduğunuz, edeb ve terbiyenizden hareket ve nezaketinizden bellidir... Hiç gönül kırmadan, ben ihtiyarın kalbini incitmeden yanlış abdestimi düzelttiniz, bana abdest almasını öğrettiniz. Allah sizden razı olsun diyerek çocuklara bol bol dua etti.”

GELECEĞİNİ BİLİYORDUM

 

Savaşın en kanlı günlerinden biri; asker, en iyi arkadaşının biraz ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve "Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? " Delirdin mi der gibi baktı teğmen. "Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş, büyük olasılıkla ölmüştür bile, kendi hayatını da tehlikeye atma sakın. Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi "git o zaman." İnanılması güç bir mucize; asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü, birlikte siperin içine yuvarlandılar. 

Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti, sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü, "Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez demiştim, bu zaten ölmüş.

" Değdi teğmenim dedi asker, "Nasıl değdi?" dedi teğmen "Bu adam ölmüş görmüyor musun? 

"Yine de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: " Jim!

Geleceğini biliyordum!" demişti arkadaşı, "geleceğini biliyordum."

Sizi sizin kadar tanıyan biri; sizi düşünen, düşünmeyi öğrenmiş, sakin, uslu, efendi, oturmayı kalkmayı bilen, sevmeden edemediğimiz biri, size sizi anlatmayı seven, sizi başkalarına anlatmayı her şeyden çok seven, sizin için çok şey yapmaya hazır biri, bazen biraz fazla konuştuğundan yakındığınız ama ne söylediğini bildiğinden hep emin olduğunuz, sizi tanıdığı kadar kendini ve hayatı da tanıyan biri yalnızca eşinize anlatabildiğiniz sırlarınızı anlatmaktan çekinmediğiniz, bazen düşüncesine şiddetle ihtiyaç duyduğunuz biri. Sabahın üçünde "ayıp olur mu" diye endişelenmeden arayabildiğiniz ve üçüne beşine bakmadan size duymanız gerekenleri söyleyen, gecenin o karanlığında kalkıp ışığı yakan, masanın başına geçen biri. Kaleminiz, kağıdınız, aynanız, saatiniz, kravatınız olan, bazen gölgeniz olan biri ve bazen vicdanınız, eh, bazen de, uykusuz bıraktığınız için, vicdan azabınız olan biri...

Hayatınızda böyle biri var mı? Varsa, kıymetini bilin. Kulağınıza küpe olsun böylesini bulmak herkese kısmet olmaz. Bulur da kaybederseniz, yenisini bulma şansınız belki de hiç olmaz. 

İHTİYAR İLE ATI

 

Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, anlatırmış. Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış.. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

"Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış..

"Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.. ihtiyar:

"Karar vermek için acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takip getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler.           "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var."

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."

Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler.. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler.

"Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.. ihtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.

"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler.

"Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.

"Lao Tzu, öyküsünü su nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında:

"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz.

Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.
Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez.

Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

"Men âmene bil kader emine minel keder"

İKİ  DEFA  KURTARILAN  HAYAT

 

"Hayatını aldıklarınla kazanırsan ama verdiklerinin üzerine bina edersin." Winston Churchill

Bie İngiliz karı koca, yanlarına oğullarını da alarak yaz tatillerini tabiatla iç içe geçirmek üzere İskoçya'nın uçsuz bucaksız kırlarına gitmişlerdi.

Bu tatil günlerinin birinde genç adam köyün hemen yanıbaşındaki koruda tek başına dolaşmaya çıktı. Ağaçlar arasındaki koruda tek başına dolaşmaya çıktı. Ağaçlar arasındaki su birikintisinin dayanılmaz çekiciliğine kapılarak oracıkta soyunup suya girdi. Başına geleceklerden habersizdi tabii...

Delikanlı, vücudunu serin su birikintisinin keyfine bırakmıştı ki dayanılmaz bir sancıyla bir anda ne olduğunu şaşırdı. Delikanlının ayağına kramp girmişti. Her kramp bir öncekinden daha şiddetli geliyor ve onu acılar içinde kıvrandırıyordu. Genç adam birkiç dakika içinde kendini suyun üzerinde tutacak son gücünü de tüketti.

Hayat mücadelesini kaybetmeye başladığını hissetmişti ki, dehşet ve panik içinde can havliyle bağırmaya, yardım çağırmaya başladı.

Suyun yakınlarında bir yerde, tarlasında çalışmakta olan bir köylü çocuğu, canhıraş feryatları duyunca hemen işini bırakıp sesin geldiği tarafa doğru koştu. Suyun içinde çırpınmakta olan bir yabancı gören genç köylü hemen suya atlayarak delikanlıyı boğulmaktan kurtardı.

Delikanlının babası, oğlunun mutlak bir ölümden kurtulmasına vesile olan genç köylüyle tanışıp teşekkür etmek için davet etti.

Delikanlının babası sohbet sırasında cesur köylüyle gelecekle ilgili planlarını sordu. 
"Babam gibi çiftçi olacağım maalesef" diye isteksizce cevap verdi genç adam.

Baba şükran duygularıyla vefa borcunu ödemek için aradığı fırsatı bulduğunu düşündü.

"Başka bir şey mi olmak isterdin yoksa?" diye sordu genç köylüye.

"Evet" diye başını öne eğdi genç İskoç, "Hep doktor olmak isterdim. Ama bizler fakir insanlarız. Böyle pahalı bir eğitimi babam karşılayamaz..."

"Üzülme... İstediğin olacak..." dedi, İngiliz baba. "Tıp fakültesinde okuman için gerekli bütün masraflarını karşılayacağım!..."

--Hadisenin üzerinden uzun yıllar geçti.Tarihler Aralık 1943'ü gösterdiğinde Winston Churchill Kuzey Afrika'da hastalandı. Teşhis zatürreydi.Hem de çok şiddetli bir zatürre... Hemen, o günlerde penisilin adı verilen mucizevi ilacı keşfeden Sir Alexander Fleming'e haber gönderildi.

Fleming, İngiltere'den Afrika'ya uçtu ve yeni ilacını hastası İngiltere Başbakanı'na tatbik etti.

Penisilin keşfine kadar ölümcül bir hastalık olan zatürre, Churchill'i öldürmeyi başaramadı.
İlaç hemen tesirini gösterdi. Penisilini keşfeden ve bu ilacı başbakanı bizzat tedavi eden Alexander Fleming, Churchill'in hayatını kurtardı.

Hem de ikinci kez!? Yıllar önce İskoçya'daki küçük gölde genç Churchill'i boğulmaktan kurtaran ve çiftçi olacakken baba Churchill'in maddi desteği sayesinde tıbbiyeyi okuyan genç İskoç, Doktor Alexander Fleming'ten başkası değildi.

AFFEDEMEDİĞİNİZ KİMSEYLE BİR MÜDDET GÖRÜŞMEME

 

Fakir köylü, eline kazmasını alır, her gün bahçesinin yolunu tutar, akşama kadar kazma sallayarak toprağını verimli hale getirmeye çalışırmış.

Sıcakların alınlardan yağmur gibi ter akıttığı bir devreye rastlayan bu çalışma sırasında adam, biraz ileride susuzluktan dilini çıkarıp ıslık çalan bir yılan görmüş. Zavallı hayvan neredeyse can çekişmekteymiş. Adam buna acımış, su içtiği kabından azıcık su dökerek yılanın önündeki çukurdan su içmesini temin etmiş.

Bir gün sonra, tekrar aynı yerde çalışırken yine meydana çıkan yılan bu defa da açlıktan gidemez haldeymiş. Toprakların arasında sanki, yalvarırcasına köylünün yüzüne bakıyor, azığındaki sütten birazcık olsun kendisine vermesini istiyormuş.

Adam merhamete gelmiş, meyve ağacının dalında asılı duran azık çantasının içindeki süt şişesinden bir miktar süt döktüğü çanağı yılanın önüne doğru sürmüş. Bir hamlede başını çanağa uzatan yılan, hepsini içerek birden cana gelmiş ve bundan sonra ilerideki otların arasına doğru kayıp gitmiş. Böylece bir hayvana iyilik etmenin iç huzuruyla işine devam eden adam, kendi kendine:

“Sen bir iyilik et de denize at,Balık bilmez Hâlık bilir” atasözünü tekrarlayıp duruyormuş.

Bir gün sonra bakmış ki, aynı yerde beklemekte olan yılan, bu defa ağzında bir altın getirmiş; ışıl ışıl parlatıp duruyor. Köylü bunu görünce tekrar azığındaki şişeden bir miktar süt döktüğü çanağı yine yılanın yakınına bırakmış. Yılan da ağzındaki altını bırakıp süte uzanarak karnını doyurduktan sonra çekip gitmiş.

Böylelikle bir altın kazanmış olan adam, bu hali uzun müddet devam ettirmiş. O, her gün bir şişe süt getiriyor, yılan da ağzından bir altın çıkararak karşılıklı alışverişi devam ettiriyorlarmış. Bu suretle yılan epeyce semizleşirken, köylü de oldukça zenginleşmiş.

Fakat günler aynı minval üzere devam etmemiş. Köylü, bir gün başka bir işe çıktığı için bahçeye çocuğunu göndermiş. Ancak, oğluna yılanın iyiliklerini de anlatmayı ihmal etmemiş. Ona yine süt götürmesini sıkıca tembih etmiş. Aynı şeyleri tekrar eden oğul ise, sütü verdiği yılandan bir altını aldıktan sonra, yılanın bu altını getirdiği yeri merak etmiş, bunun için de girdiği delikten aldığı altınları bir anda almak niyetiyle yılanın kuyruğuna bir kazma sallamış. Kazma yılanın kuyruğunu kestiği halde geri dönen yılan, çocuğun üzerine atılmış, zehirli dişlerini geçirdiği derisinin altına da zehirini dökerek çocuğu öldürmüş.

Böylece yılanla adam arasındaki dostluk açgözlü oğul yüzünden bozulmuş.

Uzun aradan sonra tekrar ortaya çıkan yılan, adama yine aç ve mecalsiz vaziyette görünmüş. Sanki yine eski dostluğumuzu kuralım der gibi bir tavrı varmış.

Ölen biricik yavrusunun hayali derhal gözlerinin önüne gelen adam, yılanın eski dostluğu tekrar kurmak istemesi tavrına karşı şöyle konuşmuş:

“Bende senin zehirlediğin evlat acısı, sende de evladımın kestiği kuyruk acısı varken geçmişi unutup yeniden dostluk kurmamız mümkün değildir! Şimdilik birbirimize görünmeden yaşasak daha iyi olur. Ola ki, günün birinde birbirimize ettiklerimiz tekrar aklımıza gelir de, hislerimiz kabarır, karşılıklı intikam hislerimizi tatmin etme çabasına düşeriz. Sen bir yılan olduğun için cibilliyetinin icabını yapar, zehirlemeye çalışırsın. Ben de insanoğlu olduğum için, düşman bildiğim seni öldürmekten geri kalmam. İyisi mi, senin dostluğun şimdilik lazım değildir. Uzaklaş benim çevremden. Acıyı unutup birbirimize zarar vermeyecek hale gelinceye kadar.  

YAŞAMAK İÇİN, YAŞATMAK İÇİN DUA

 

“ Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi neylesin” Furkan Suresi 77 Ayet

 

İnsanın kendi acziyetini, Alemlerin sahibinin sonsuz kudretini idraki ve itirafıdır, DUA.

Bize bizden yakın olana, bizi bizden iyi bilene teslim olmaktır, DUA.

İçimizdeki saklı dünyayı, dışımızdaki kainatı her an görüp gözeten Yüce Yaratıcının huzurunda olmaktır, DUA.

Yürekten kopup gelen niyaz, edeple eğilen baş ve gözden süzülen bir damla yaştır, DUA.

Alemlerin Rabbine kul olma şuuruna ermek, gönülden Hakka yönelmektir, DUA.

Cenabı Hakkın rahmet kapısından başka bir kapının olmadığının farkına varmaktır, DUA.

Sonsuz kudret ve merhamet sahibinin kapısında heyecan ve umutla bekleyiştir, DUA.

Kurumuş ve susamış dudakların rahmet ve lütuf pınarlarından içmeye iştiyakıdır, DUA.

Karşılıksız ve sınırsız verilmiş nimetlere teşekkürdür, DUA.

Dostun dostla, sevenin sevgiliyle muhabbetidir, DUA.

İnsanın kalbinden süzüle süzüle kopup gelen yalvarışın, yakarışının ifadesidir, DUA.

En mahrem sırları Padişahlar Padişahına açabilmektir, DUA.

Dünya gurbetinden gerçek sılaya yöneliştir, DUA.

Seher vakitlerinin kandili. Hac yolcusunun menzilidir, DUA.

İslam olmaktır, mümin olmaktır, özgür olmaktır, kul olmaktır, DUA...

“ Ey Rabbim! Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü kusur ve eksikliklerden tenzih ederim. Ben kendime zulmedenlerden oldum.”

Ey Rabbimiz! Hata eder veya unutursak bizi sorumlu tutma.

Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.

Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma.

Bizi affet. Kusurlarımızı bağışla. Bize merhamet et. Sensin bizim Mevla’mız...”

 

“ Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi neylesin” Furkan Suresi 77 Ayet

 

Ebubekir Sifil

DOKTOR

 

Yataktaki adam, başucunda bekleyen genç doktora:

- Allah senden razı olsun evlâdım, dedi. Benim için yurtdışından zahmet edip buraya kadar gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.

Ameliyat edilen kişi, büyük bir hastahanenin başhekimiydi. Tedâvisi ancak yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermişlerdi. Amaliyatın zor ve yeni bir ihtisas sahası olmasından dolayı biraz tereddütleri de var idi.

Fakat o konuda sayılı bir uzman olan bu genç doktor nereden haber almışsa almış ve hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı. Yaşlı doktor, kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini bilemiyor ve hemen yanında oturan genç adamın ellerini sıkarcasına tutuyordu. Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç durmadan konuşurken;

- Ameliyat için beni bayılttığınızda, her nedense gençlik yıllarıma döndüm, diye devam etti. Henüz toy bir asistanken, anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış ve onu bu şekilde yaşatmaktansa öldürmeyi düşünürken, kalb atışlarını duyup kıyamamıştım.

"Plânlama" bahanesiyle sapasağlam yavruları bile katleden canavarlara rağmen o yavrunun yaşamasını istediğim için, Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.

Genç doktor, ancak bir babanın evlâdına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı "takma" olan bacaklarını gösterirken;

-Allah, hiçbir iyiliği unutmaz efendim, diye gülümsedi.

"Kurtardığınız o çocuk bendim."

 

Cüneyt Suavi

ABDULHAMİT HANIN KUMANDANI

 

Mehmet Âkif bir yaşlı zâtı anlatıyor: Sultan Ahmet camiine gidiyorum her sabah ne kadar erken gidersem gideyim mihrabın bir kenarında saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam ümitsizce bedbin durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki ağlamadığı tek dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına sokuldum. Muhterem dedim, Ah Efendim dedim, Allah’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun? Bana “Beni konuşturma” dedi, “kalbim duracak”. Ben çok ısrar edince ağlıya ağlıya anlattı.

Dedi ki : “Ben Abdulhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir birliğim vardı benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi gönderdim. Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. İstifam kabul buyurulursa, istifa etmek istiyorum. Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi. Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha dilekçe verdim yine aynı cevap geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifai olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik, kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz? Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Abulhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki nefes almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim. Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi. Israrıma da dayanamadı, öfekeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa ettirdik” dedi seni. Ben döndüm sevinerek geldim işimin başına.

Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz (SAV) yıldızın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalatu Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri vardı. Abdulhamit’de edeble, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr’ının arkasında duruyordu. Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı. Efendimiz döndü Abdulhamit’e dedi ki “Abdulhamit! Nerede bu ordunun kumandanı?”, Abdulhamit “Ya Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.”. Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik” buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın !?..”

KİŞİLİK

 

Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.

Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.

"Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."

Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:

"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".

Bir (0) daha...

"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".

Sıfırlar böyle

 uzayıp gidiyor: 

Yetenek... disiplin... sevgi...

Eklenen her yeni (0)' ın kişilişi 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:

"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".

Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

İYİ VATANDAŞ OLMAK İÇİN 10 AHLAK KURALI

 

  1946 yılında Washington Ahlak Derneği’ne bir hayır sahibi beş bin dolar gönderip bununla çocuklar ve gençler için ahlak konusunda kısa bir eser yazdırılmasını istedi. Eser için yarışma açıldı. Yarışmaya elli iki eser geldi. Birinciliği on maddelik bu eser kazandı:

1- Sağlık : İyi vatandaş sağlıklı olmaya ve sağlığını devam ettirmeye çalışır. Vatanımızın refahı sağlıklı ve çalışkan insanlara bağlıdır. Onun için:

·         Elbisemi, vücudumu, ruhumu temiz tutacağım.

·         Zararlı alışkanlıklardan sakınacağım. Faydalı alışkanlıklar kazanacağım ve onları devam ettireceğim.

·         Beni sağlıklı tutacak şekilde yemeğe, uyumaya ve spor yapmaya çalışacağım.

2- Nefse Hakimiyet: İyi vatandaş nefsine hakim olur. Vatana en çok hizmet edenler, nefislerine en iyi hakim olanlardır.

·         Dilime hakim olacağım. Kaba ve çirkin sözler söylemeyeceğim.

·         Duygularıma hakim olacağım. Beni memnun etmedikleri için hiç kimseye, hiçbir şeye kızmayacağım.

·         Düşüncelerime hakim olacağım. Abuk sabuk arzuların iyi bir amacı bozmasına müsaade etmeyeceğim.

3- Kendine Güvenmek: İyi vatandaş kendine güvenir. Kibir fenadır, fakat kuvvetli ve yararlı olmak isteyince kendine güven gerekir.

·         Benden büyük ve akıllı olanların öğütlerini dinleyeceğim. Fakat kendim de iyi düşünmeyi, iyi seçmeyi, iyi hareket etmeyi öğreneceğim.

·         Doğru bir şey  yaparken, başkalarının benimle alay etmelerinden çekinmeyeceğim.

·         Herkes yanlış ve kötü yapsa bile ben doğruyu yapmaktan korkmayacağım.

4- Doğruluk ve Güven: İyi vatandaş doğru ve güvenilir kişidir. Vatandaşlar birbirlerine ne kadar güvenirlerse vatan o kadar yükselir.

·         Sözlerimde ve hareketlerimde doğru olacağım, yalan söylemeyeceğim, hilekarlık yapmayacağım.

·         Fenalığı anlaşılacağı için değil, fena olduğu için yapmayacağım.

·         Benim olmayan şeyi sahibinden izinsiz almayacağım.

·         Vaat ettiğim şeyi zamanında yapacağım. Olmayacak veya kötü bir şey vaat ettimse yapamayacağım için hemen özür dileyeceğim. Benim yüzümden meydana gelen kötülüklerin önüne geçmeye çalışacağım. Öyle konuşacağım ve öyle yapacağım ki insanlar birbirlerine daha kolay güvenebilsinler.

5- Temiz Oyun: İyi çocuk doğru oynar.

·         Mızıkçılık etmeyeceğim, para için oynamayacağım.

·         Karşımdakine nazik davranacağım.

·         Takım oyunu ise kendim için değil, takımın başarısı için oynayacağım.

·         Kaybedersem kızmayacağım, yenersem şımarmayacağım, alçakgönüllü olacağım.

6- Vazife: Tembeller, başkalarının sırtından yaşamak, kendi görevlerini başkalarına yüklemek ister.

·         Güç de olsa, kolay da olsa, madem ki vazifemdir, onu daima kendim yapacağım.

7- İyi İşçilik: İyi vatandaş işini yoluna koyar ve metotlu yapar. Vatanın refahı iyi işe bağlıdır. Onun için:

·         İşimle ilgili öğrenilmesi mümkün olan her şeyi öğreneceğim. İşini iyi yapanların bilgisinden istifade edeceğim.

·         İşimi çok iyi yapacağım. Dikkatsiz yapılan bir tekerlek, bir demir çubuk, bir vida, bir çok insanın ölümüne sebep olabilir.

·         Beni takdir edecek kimse olmasa da işimi zamanında yapacağım. Elimden geldiği kadar iyi yaptıktan sonra, benden daha iyi yapanları, benden daha çok kazananları kıskanmayacağım. Kıskançlık işi ve işçiyi bozar.

8- Beraber Çalışma: İyi vatandaş, insanlarla dostça işbirliği yapar. Bir adam, tek başına bir demiryolu, bir ev, bir köprü yapamaz. İnsanlar iyi işbirliği yaptıkça ülkemiz yükselir.

·         Birlikte yaptığım işlerde kendi hisseme düşeni iyi yapacağım.

·         Aletleri temiz ve muntazam tutacağım. Yerli yerinde bulunduracağım. Düzensizlik zaman ve sabır kaybı demektir.

·         Birlikte çalışırken neşeli olacağım, neşesizlik işçilere ve işe zararlıdır.

·         Kazandığım parada ne cimri, ne müsrif olacağım. Tutumlu olacağım ve para biriktireceğim.

9- Sevgi ve Şefkat: Sevgi ve şefkat toplum hayatına yardımcı olur.

·         Her düşüncemde şefkatli olacağım. Kimseye kin beslemeyeceğim, kimseden nefret etmeyeceğim. Kimseyi aşağı görmeyeceğim.

·         Her sözümde şefkatli olacağım. Dedikodu etmeyeceğim. Söz ya kalp kırar, ya da kalp yapar.

·         Davranışlarımda da şefkatli olacağım. Kendi isteğimi yaptırmak için israr etmeyeceğim. Daima terbiyeli ve anlayışlı olacağım. Bana hizmet edenlere boş yere eziyet etmeyeceğim. Zulmün ve haksızlığın önüne geçmek için elimden geleni yapacağım. En büyük yardımı, ona en çok muhtaç olana yapacağım.

10- Sadakat: İyi vatandaş sadık ve vefalıdır. Vatanın yükselmesi için vatandaşların bütün ilişkilerinde sadık ve vefalı olmaları gerekir.

·         Aileme sadık olacağım. Anama, babama itaat edeceğim. Ailenin her ferdinin kuvvetli ve faydalı kişiler olmalarına elimden geldiği kadar yardım edeceğim.

·         Okuluma sadık olacağım. Herkesin iyiliği için konmuş olan okul kurallarına uyacağım, arkadaşlarımın da uymaları için onlara yardım edeceğim.

·         Yaşadığım şehre, vatanıma sadık kalacağım. Ülkemin kanunlarına ve idarecilerine saygı göstereceğim, başkalarının da saygı göstermesini sağlamaya çalışacağım.

·         İnsanlığa sadık olacağım. Ülkemin diğer ülkelerle olan dostluğuna ve bu dostluğun devamına elimden geldiği kadar çalışacağım. Kısacası: Aileme, okuluma, şehrime, vatanıma ve insanlığa sadık olacağım.

 
DOLMUŞ

 

Bir acelesi olduğunu, görür görmez anlamıştım. Sağanak halinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.

         Yanına sokularak:

         Hayrola, teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?

         Sıcak bir tebessümle:

         Buranın yabancısıyım evladım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.

         Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.

         Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.

         Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.

         Saatime baktıktan sonra:

         20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama bu havada pek araba bulunmuyor.

Durağa herkesten önce geldiğimiz için, dolmuşa rahatlıkla bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.

         İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:

         İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?

         Ön koltukta oturanı:

         Hak istiyorsan Hakkari’ ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklarda KDV de alınmıyormuş.

         Bu laf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.

         Sakinleşmeye çalışarak:

         Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.

         Bu defa şoför lafa karışıp:

         Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.

Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.

5-10 dakika sonra gelen başka bir dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede indirmesini söyledim. Yaşlı kadın yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikayet etmiyordu. Üstelik te trafik yarı yolda tıkanıp kalmıştı.

Şoför:

Yolun bu durumu hayra alamet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak dedi.

Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:

Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.

Heyecanla:

Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yani yaralı falan var mı?

Herhalde diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.

Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua ediyordu.

Şoför koltuğuna yavaşça otururken:

Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye’nin öbür ucundan gelen Hakkari plakalı bir kamyonla.

 

Cüneyd SUAVİ

Hayatın İçinden

DEVLET HAZİNESİ

 

Hazreti Ömer (r.a.). Halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine gelir. Selam verir. Selamı alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul. Sahabe bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile bakılmamıştır.

İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.

Sahabe sorar:

- Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve ondan sonra benle konuşmaya başladın?

Hazreti Ömer (r.a.):

– Evvelki mum devletin hazinesinden alınmışdı.O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum.

Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle meşgul olmaya başladım.

Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:

–Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!

EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR

 

Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm kavmine bir peygamber olarak gönderildiğinde, onların puta tapıcı dinî telakkilerine karşı çıkmış ve önlerinde eğildikleri putların işe yaramaz birer taş, metal ve ağaç yığını olduklarını anlatmıştı. Onlar ise buna itiraz edip durmuşlardı. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm, kavminin zihnini ve vicdânını harekete geçirmek ve onları uyandırmak yoluna başvurmuştu. Ve günün birinde şehir halkı mesîreye çıkmışken, tapınaktaki bütün putları kırıp, baltayı da en büyüklerinin boynuna asmış; onlar dönüp, bu durumu görünce de şaşırıp kalmışlardı. Şimdi hâdisenin gerisini Kur’ân-ı Kerim’den tâkip edelim:

Mesîreden dönen halk;

“— Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı da)
‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. ‘O halde, dediler, onu hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’

Sonra da sordular:

— Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?

İbrahim aleyhisselâm cevap verdi:

— Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!..

Bunun üzerine kendi nefislerine (vicdanlarına) döndüler (yani kendi kendilerine),

— Doğrusu siz, hakikaten zâlimlerin ta kendilerisiniz! dediler.

Sonra tekrar (eski) kafalarına döndüler (ve Hz. İbrâhim’e),

— Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun, dediler.

İbrâhim aleyhisselâm da,

— Öyleyse, dedi, Allâh’ı bırakıp da, hiçbir şekilde size ne fayda ne de zarar verebilen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allâh’ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylere de yuf olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?

Aralarından bir kısmı,

— Eğer bir iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza yardım edin! dediler. (Hz. İbrâhim’in kavmi bu teklifi kabul ederek, onu yakmak için büyük bir ateş hazırladı!.. Ve eli-kolu bağlı olarak ateşe attılar! İbrâhim aleyhisselâm ise, “Bana Allâh’ın sahip çıkması yeter; o, ne güzel bir sahip” diyerek Allâh’a sığınıyordu.)

“Biz, ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ dedik.” Yani Cenâb-ı Hak, ateşten sıcaklık ve yakıcılık tabiatını gideriverdi.

Âyet-i kerimede geçen “Bunun üzerine kendi nefslerine döndüler” ifadesindeki nefs, vicdan demektir. Zira bu doğrudan bildiğimiz hevâ ve hevesi ifade eden nefs değil; doğru ve yanlışı, hakkı ve bâtılı, adâlet ve zulmü biribirinden ayıran temel insânî ölçü olan vicdanı ifade eder. Nitekim bu hâdisede Hz. İbrahim’in kavmi, bir an için bir taş yığını olan bir putun eline baltayı alıp diğer putları kıramayacağını anlamış, hakikatin ta kendisiyle karşı karşıya gelmişti. Ne var ki, o bir anlık derûnî muhâsebe, akletme ve gerçeği kabul etmenin tesirinden kurtulup, tekrar eski kafalarına dönmüşler; üstelik de putların dile gelip konuşmayacaklarını itiraf etmek zorunda kaldıktan sonra.

Bu durumda Hz. İbrahim gayet haklı olarak “Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!” demekte, hemen ardından da, “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” diye sormaktadır...

Evet soru bu: “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?”

Cenâb-ı Hakk’tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı nasip eylesin. Âmîn...

TAŞ MI SERT KAFA MI

 

         Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya çalışırdı.

         Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duymazdı. Arkadaşları onu geçmiş, okumayı ilerletmişlerdi. O ise hala bir yıl öncesinin kitaplarını okuyordu.

         Günlerden bir gün kararını verdi:

         “ Kafam çok kalın” diye düşündü. “ Zekam az. Bu durumda okuyamam. İyisi mi köye dönüp tarla işlerine yardım edeyim” dedi.

         Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti, bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı, ama girmeye korkuyordu.

         İçerisinin serin olduğundan emindi. Çünkü güneş almıyordu. Ama ya ayıya falan rastlarsa ne olacaktı?

         Bunları düşündüğü için yüreği ürperiyor, içeri girmeye bir türlü cesaret edemiyordu..

         Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı. Ne olursa olsun mağaraya girecekti. Kararını verdi. Adımlarını ağır ağır attı.

         Korktuğu şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Korkusu biraz olsun dağıldı. Bir köşeye sığındı. Sonra uzanıverdi.

         Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan suya takıldı. Yukarıda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu.

         Kimbilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?

         Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su damlaları senelerce aka aka sert taşları deliyordu. Kendisi de israrla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını dinlerse, zamanla kafasına bir şeyler girerdi.

         “ Benim kafam, şu taştan daha sert değil ya” diye söylendi.

         Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek. Şu taş kadar sebat etmek. O zaman kitaplarda yazılı olanlarla, hocaların anlattıkları kalın da olsa, kafada iz bırakırdı.

         Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı. Arkadaşlarına yetişti. Hatta zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki, kitapları hala ellerde dolaşır. Bu yüzden taş oğlu manasına gelen, “ İbni Hacer” dendi adına.

 

Nurcan SEVİNÇ

Sevgi Yumağı

 

ARANIZDA SELAMI YAYINIZ

 

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Nefsim yed-i kudretinde olan zâta yemin ederim ki, imân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!"

KEL, ALATENLİ VE ÂMÂ'NIN KISSASI

 

Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Benî İsrail'den üç kişi vardı: Biri ala tenli, biri kel, biri de âmâ. Allah bunları imtihan etmek istedi. Bu maksatla onlara (insan suretinde) bir melek gönderdi.

Melek önce ala tenliye geldi. Ve: "En çok neyi seversin?" dedi. Adam:

"Güzel bir renk, güzel bir cilt, insanları benden tiksindiren halin gitmesini!" dedi. Melek onu meshetti. Derken çirkinliği gitti, güzel bir renk, güzel bir cilt sahibi oldu. Melek ona tekrar sordu:

"Hangi mala kavuşmayı seversin?"

"Deveye!" dedi, adam. Anında ona on aylık hamile bir deve verildi.

Melek:

"Allah bunları sana mübarek kılsın!" deyip (kayboldu) ve Kel'in yanına geldi.

"En ziyade istediğin şey nedir?" dedi. Adam:

"Güzel bir saç ve halkı ikrah ettiren şu halin benden gitmesi!" dedi. Melek,keli elleriyle meshetti, adamın keli gitti. Kendisine güzel bir saç verildi. Melek tekrar:

"En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam:

"Sığırı!" dedi. Hemen kendisine hâmile bir inek verildi. Melek:

"Allah bu sığırı sana mübarek kılsın!" diye dua etti ve âmânın yanına gitti. Ona da: "En çok neyi seversin?" diye sordu. Adam:

"Allah’ın bana gözümü vermesini ve insanları görmeyi!" dedi. Melek onu meshetti ve Allah da gözlerini anında iade etti. Melek ona da:

"En çok hangi malı seversin?" diye sordu. Adam:

"Koyun!" dedi. Derhal doğurgan bir koyun verildi.

Derken sığır ve deve yavruladılar, koyun da kuzuladı. Çok geçmeden birinin bir vâdi dolusu develeri, diğerinin bir vadi dolusu sığırları, öbürünün de bir vadi dolusu koyunları oldu.

Sonra melek, ala tenliye, onun eski hali ve heyetine bürünmüş olarak geldi ve:

"Ben fakir bir kimseyim, yola devam imkanlarım kesildi. Şu anda Allah ve senden başka yardım edecek kimse yok! Sana şu güzel rengi, şu güzel cildi ve malı veren Allah aşkına bana bir deve vermeni talep ediyorum! Tâ ki onunla yoluma devam edebileyim!" dedi. Adam:

"(Olmaz öyle şey, onda nicelerinin) hakları var!" dedi ve yardım talebini reddetti. Melek de:

"Sanki seni tanıyor gibiyim!Sen ala tenli, herkesin ikrah ettiği, fakir birisi değil miydin? Allah sana (sıhhat ve mal) verdi" dedi. Ama adam:

"(Çok konuştun!) Ben bu malı büyüklerimden tevârüs ettim!" diyerek onu tersledi. Melek de:

"Eğer yalancı isen Allah seni eski hâline çevirsin!" dedi ve onu bırakarak kel'in yanına geldi. Buna da onun eski halinde kel birisi olarak göründü. Ona da öbürüne söylediklerini söyleyerek yardım talep etti. Bu da önceki gibi talebi reddetti. Melek buna da:

"Eğer yalancıysan Allah seni eski hâline çevirsin!" deyip, âmâya uğradı. Buna da onun eski hali heyeti üzere (yani bir âmâ olarak) göründü. Buna da:

"Ben fakir bir adamım, yolcuyum, yola devam etme imkânım kalmadı. Bugün, evvel Allah sonra senden başka bana yardım edecek yok! Sana gözünü iade eden Allah aşkına senden bir koyun istiyorum; ta ki yolculuğuma devam edebileyim!" dedi. Ama cevaben:

"Ben de âmâ idim. Allah gözümü iade etti, fakirdim (mal verip) zengin etti. İstediğini al, istediğini bırak! Vallahi, bugün Allah adına her ne alırsan, sana zorluk çıkarmayacağım!" dedi. Melek de:

"Malın hep senin olsun! Sizler imtihan olundunuz. Senden memnun kalındı ama diğer iki arkadaşına gadap edildi" (ve gözden kayboldu)."

Buhari, Enbiya 50, Müslim Zühd 10, (2964).

MAĞARA ASHABININ KISSASI

 

İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. (Akşam olunca) geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Dağdan (kayan) bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı. Aralarında:

"Sizi bu kayadan, salih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah'a yapacağınız dualar kurtarabilir!" dediler. Bunun üzerine birincisi şöyle dedi:

"Benim yaşlı, ihtiyar iki ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirini yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâla uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü:

"Ey Allah’ım! Bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!"

Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.

İkinci şahıs şöyle dedi:

"Ey Allah’ım! benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüzyirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada:

"Allah'ın mührünü, gayr-ı meşru olarak bozman sana haramdır!" dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim altınları da terkettim.

Ey Allah'ım, eğer bunları senin rıza-yı şerifin için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar."

Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.

Üçüncü şahıs dedi ki:

"Ey Allah’ım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi (bir farak pirinçten ibaret olan) ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Derken (yıllar sonra) çıkageldi ve:

"Ey Abdullah! bana olan borcunu öde!" dedi. Ben de:

"Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git bunları al götür!" dedim. Adam:

"Ey Abdullah, benimle alay etme!" dedi. Ben tekrar:

"Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!" diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü.

"Ey Allah’ım, eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!" dedi. Kaya açıldı, çıkıp yollarına devam ettiler."

Buhari, Enbiya 50, Büyü' 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, (2743); Ebu Dâvud, Büyû' 29, (3387).

CÖMERTLİK

 

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sehâvet sahibi Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise AIlah'tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Câhil sehâvet sahibini AIIah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever." 

İSAR (CÖMERTLİK ÜSTÜ )

 

Bir gün Peygamberimize bir misafir geldi. Yorgun ve çok fakir olduğunu söyledi.

Peygamberimiz hanımlarının birisinin evine haber gönderdi. Hanımı;

"Yâ Rasulallah, seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yoktur" dedi.

Sonra başka bir hanımına gönderdi, ondan da aynı cevabı aldı. Neticede anlaşıldı ki, Peygamberimizin hanımlarının hiçbirisinin evinde yiyecek yoktur.

Sonra Peygamberimiz Sahabelere;

"Kim bu adamı bu akşam misafir ederse Allah ona rahmet etsin" buyurdu.

Bunun üzerine Ensardan bir zat kalktı. Kendisinin misafir edebileceğini söyledi ve aldı, evine götürdü. Hanımına:

"Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu.

"Çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur" cevabım aldı.

Hanımına, "Çocukları bir şeyle oyala. Yemek isteyecek olurlarsa uyut, misafirimiz yemek yiyeceği zaman kalk, lâmbayı söndür. Tâ ki kendisiyle birlikte yemek yediğimizi göstermiş olalım."

Sofraya oturdular. Misafir yemeğini yedi. Kendileri de yer gibi yaptılar, fakat aç olarak gecelediler.

Ev sahibi sabah olunca Peygamberimizin huzuruna geldi. Peygamberimiz kendisine şu müjdeyi verdi:

"Sizin yaptığınız bu güzel işten dolayı Allah her ikinizden de razı oldu."

BAKIŞ AÇISI

 

İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabrediciler arasına kaydeder:

- Diyanette kendinden üstün olana bakıp, ona uymak.

- Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp, Allah'ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek.

İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar.

Kim de diyanette kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemediğine üzülürse Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz."

İNSANA DEĞER

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Medine ehlinden bir cariye bile Rasulullah aleyhissalatu vesselâm'ın elinden tutardı ve Aleyhissalatu vesselâm elini onun elinden çekmezdi de, cariye ihtiyacı için, O'nu Medine'nin istediği semtine çeker götürürdü. (Rasulullah tevazu gösterir, itiraz etmezdi)."

ÖLÇÜ

 

Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselamcın şöyle söylediğini işittim:

"Dostunu severken ölçülü sev, günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da buğzunu ölçülü yap, günün birinde dostun olabilir."

O DÜZGÜN OLURSA BÜTÜN VÜCUT DÜZGÜN OLUR

 

Numan bin Bişr Radıyallahu anh’den: Peygamber (sav)’in şöyle söylediğini işittim: “ Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında çok kimselerin bilmedikleri şüpheli şeyler vardır. Binanaleyh bir kimse bu şüpheli şeylerden korunursa, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli iş işleyenler, harama düşerler. Korunun kenarında hayvanlarını otlatan kimse gibi ki, koruya dalması pek mümkündür. Dikkat ediniz, her hükümdarın bir korusu vardır. Uyanık olunuz, Allah’ın korusu da haram kıldığı şeylerdir. Şunu da biliniz ki, beden de bir et parçası vardır. O düzgün olursa bütün vücut düzgün olur. Eğer o bozuk olursa, bütün vücutta bozulur. Biliniz ki, bu et parçası kalptir.”

İLK VAHYİN GELİŞİ

 

Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a vahiy olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece tek başına kalıp, tahannüs'de bulunuyordu. -Tahannüs ibadette bulunma demektir.- Bu maksatla yanına azık alıyor, azığı tükenince Hz. Hatice radıyallahu anha'ya dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu. Bu hal, kendisine Hira mağarasında Hak gelinceye kadar devam etti. Bir gün ona melek gelip:

"Oku!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:

"Ben okuma bilmiyorum!" cevabını verdi. (Aleyhissalâtu vesselâm hâdisenin gerisini şöyle anlatır: "Ben okuma bilmiyorum deyince) melek beni tutup kucakladı, takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı. Tekrar:

"Oku!" dedi. Ben tekrar:

"Okuma bilmiyorum!" dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar bıraktı ve: "Oku!" dedi. Ben yine: "Okuma bilmiyorum!" dedim. Beni tekrar alıp, üçüncü sefer takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin kerimdir, o kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk 1-5) dedi."

Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm bu vahiyleri öğrenmiş olarak döndü. Kalbinde bir titreme (bir korku) vardı. Hatice'nin yanına geldi ve:

"Beni örtün, beni örtün!" buyurdu. Onu örttüler. Korku gidinceye kadar öyle kaldı. (Sükûnete erince) Hz. Hatice radıyallahu anhâ'ya, başından geçenleri anlattı ve:

"Nefsim hususunda korktum!" dedi. Hz. Hatice de:

"Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsvay etmeyecektir. Zira sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın. Misafire ikram edersin. Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin!" dedi. Sonra Hz. Hatice, Aleyhissalâtu vesselâm'ı alıp Varaka İbnu Nevfel İbni Esed İbni Abdi'l-Uzzâ İbni Kusay'a götürdü. Bu zat, Hz. Hatice'nin amcasının oğlu idi. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş bir kimseydi. İbrani’ce (okuma) yazma bilirdi. İncil'den, Allah'ın dilediği kadarını İbrani’ce olarak yazmıştı. Gözleri âma olmuş yaşlı bir ihtiyardı. Hz. Hatice kendisine:

"Ey amcam oğlu! Kardeşinin oğlunu bir dinle, ne söylüyor!" dedi. Varaka Aleyhissalâtu vesselâm'a:

"Ey kardeşimin oğlu! Neler de görüyorsun?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm gördüklerini anlattı. Varaka da O'na:

"Bu gördüğün melektir. O Hz. Musa'ya da inmiştir. Keşke ben genç olsaydım (da sana yardım etseydim); keşke, kavmin seni sürüp çıkardıkları vakit hayatta olsaydım!" dedi. Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

"Onlar beni buradan sürüp çıkaracaklar mı?" diye sordu. Varaka:

"Senin getirdiğin gibi bir din getiren hiç kimse yok ki, O'na husumet edilmemiş olsun! O gününü görürsem, sana müessir yardımda bulunurum!" dedi. Ancak çok geçmeden Varaka vefat etti ve vahiy de fetrete girdi (Kesildi)."

OĞLANLA KIZI EVLENDİRİN

 

Rasulullah (sav) söyle buyurdu:

“ Sizden önce yaşayanlardan bir adam, bir kimseden bir tarla satın aldı. Bu tarlayı satın alan kimse, orada içinde altın bulunan bir küp buldu. Satana gelip:

“ Altınını al! Ben senden tarlayı satın aldım, altını satın almadım!” dedi.

Satan da:

“ Ben sana araziyi içinde bulunan her şeyi ile birlikte sattım!” dedi.

Anlaşamayınca bir adamı hakem tayin ettiler. Adam onları dinledikten sonra:

“ Sizin çocuklarınız var mı? “ dedi.

Onlardan biri: “ Oğlum var” , diğeri de: “Kızım var” dedi.

Hakem:

“Oğlanla kızı evlendirin! Bu paradan ikisi için harcayın ve tasaddukta bulunun” dedi.

 

EY ADEMOĞLU HASTALANDIM DA BENİ ZİYARET ETMEDİN

 

Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “ Allahu Teala Kıyamet gününde şöyle buyuracak:

“ Ey Ademoğlu, hastalandım da beni ziyaret etmedin”  Ademoğlu diyecek ki:

“ Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim ki, sen Alemlerin Rabbisin” Allahu Teala buyuracak ki:

“Falan kulum hastalandı da ziyaret etmedin. Bilesin ki, onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulacaktın.”

“ Ey Ademoğlu, acıktım da beni doyurmadın.” Ademoğlu diyecek ki:

“ Seni nasıl doyurabilirdim ki, Sen Alemlerin Rabbisin. Allahu Teala buyuracak ki:

“ Bilesin ki falan kulum senden yiyecek istedi de vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, onu benim anımda bulurdun.”

“ Ey Ademoğlu susadım da bana su vermedin.”  Ademoğlu diyecek ki:

“ Ya rabbi, sana nasıl su vereyim? Sen Alemlerin Rabbisin.” Allahu Teala buyuracak ki:

“ Falan kulum senden su istedi de vermedin. Bilesin ki, eğer ona su verseydin onu benim yanımda bulacaktın.”

KİMLER ALLAH YOLUNDADIR?

 

Ka‘b ibn-i Ucre radıyallâhü anh anlatıyor:

“Bir adam Nebiyy-i Muhterem sallallâhü aleyhi vesellem’e uğramıştı. Rasûlullah (s.a.v.)’ın ashâbı, bu adamın kuvvet ve kabiliyetini görünce,

— Yâ Rasûlellah, bu adam Allah yolunda cihad etseydi ne güzel olurdu, dediler.

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

— “Bu adam, küçük çocuklarının geçimini temin etmek için çıktı ise, Allah yolundadır.

“Yaşlı anne ve babasına hizmet için evinden çıkmışsa, Allah yolundadır.

“Çalışıp nefsini dilencilikten korumak için çıkmışsa, Allah yolundadır.

“Âilesinin geçimini temin etmek için çıkmışsa, Allah yolundadır.

(Çalışıp kazandığının) çokluğuyla övünmek, (zenginliğiyle gururlanmak) için çıkmışsa, tâğutun (şeytanın) yolundadır.” (Taberânî rh., Mu‘cemü’s-Sağîr, 2/650)

Hadîs-i şerîfin bir başka rivâyetinde, sahabelerin yukarıda zikri geçen temennileri üzerine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz sözlerine, “Allah yolunda olmak, sadece ölmekle mi olur sanıyorsunuz?” buyurarak başlamıştır.

ARKADAŞINI AL, BERABERCE CENNETE GİRİN

 

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunuyorduk. Bir ara azı dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:

“Ümmetimden iki kişi Allâh’ın huzuruna gelirler. Birisi,

-Yâ Rab, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allah Teâlâ da ötekine,

-Hakkını ver, buyurur. Adam,

-Yâ Rab, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hakk,

-Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız,

- O halde benim günahlarımdan alsın, der. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, “O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ hak sahibine,

-Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız,

- Yâ Rab, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allah Teâlâ,

-Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız,

-Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Hz. Allah,

-Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam,

-Nasıl olur, yâ Rab? deyince, Cenâb-ı Hakk,

-Hakkını bu adama bağışlamakla, buyurur. Adam,

-O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû’l-Celâl hazretleri de,

-Arkadaşını al, beraberce cennete girin, buyurur.

Sonra Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz,

‘Allah’tan korkun, Allah’tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü’minlerin arasını buluyor’ buyurmuşlardır.

İMANIN GÜCÜ

 

Peygamberimizin arkadaşlarından Talha Bin Ubeydullah şöyle anlatıyor: "Peygamberimizin huzuruna Necid ahalisinden bir adam geldi.Saçı başı dağınık, kaba konuşan bir insandı. Durumundan köylü veya çoban olduğu anlaşılıyordu.Peygamberin önüne diz çöküp:

-İslam nedir,diye sordu.

Peygamberimiz: -Bir günde beş vakit namaz kılmaktır, buyurdu.

Adam: -Beşten fazla bir şey yok mu,diye sordu.

-Hayır, dedi Peygamberimiz. Farz olan sadece beştir.Ama nafile kılmak istersen başka. Peygamberimiz,daha sonra, Ramazan Orucu'ndan bahsetti.

Adam: Ramazan Orucu'ndan başka oruç var mı,diye sordu. Peygamberimiz: Hayır, dedi.Farz olan Ramazan Orucu'dur.Ama nafile tutmak istersen başka.

Peygamberimiz bu sefer,zekattan bahsetti.

Adam: Söylediğin miktardan fazla vermem gerekir mi? Diye sordu.

Hayır,dedi Peygamberimiz. Farz olan söylediğim kadardır. Nafile olarak vermek istersen başka.

Bunun üzerine adam şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki,bundan ne fazlasını ne de eksiğini yaparım. Sonra kalkıp gitti.Peygamberimiz de onun ardından: -Eğer bu adam doğru söylüyorsa, felaha (kurtuluşa) erdi; Cennete girdi, buyurdu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖMÜR SERMAYESİ TÜKENİYOR...
 
 









BİR AYET-BİR HADİS-BİR DUA
 


 
 
Bugün 39 ziyaretçi (96 klik) kişi burdaydı!

MERHABA... DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ ÖĞRETMENİ OSMAN YALÇINTAŞ'IN WEB SİTESİNE HOŞGELDİNİZ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?

Ücretsiz kaydol